Muğlak bir kayıp olarak yuva…

“Her yere aitim. Hiçbir yere ait değilim. Kendime aitim.” Maya Angelou

Doğa içindeyken, bir nehre bakarken, bir ağaca yaslandığımda, bir kuşu dinlediğimde veya rüzgarın sesini kavak ağacının yapraklarında takip ettiğimde kendimi kendimde ve yuvada hissediyorum. Her şeyin güzel olacağını hissettiren bir soba yanı, bir masal sonu gibi. Bir gözlük camını sildiğinizde berraklaşan görüntü gibi, zihnin, kalbin, ruhun netleşmesi, dinginleşmesi, üretkenleşmesi, sevme, görme, kapsama kudretinin artması…Ama hayatımız tersine hissettiğimiz anlarla dolu.

Bir atölyede kolaylaştırıcı, savaş–kaç–don tepkilerini verme biçimlerimizi açıklarken, sıklıkla bu tepkileri vermemizi “evinden uzak ev” olarak tanımlamıştı. Sürekli savaşmayı, kaçmayı öğrendiğimizde kendimizden de uzaklaştığımızı anlatmak için oldukça iyi bir metafor. Savunma mekanizmalarının yarattığı “sahte güvenlik” hissinin “ben böyleyim’e” dönüşmesi, başka bir deyişle kendini koruma hâlinin zamanla kişiliğe dönüşmesi! Her daim öfkeli, çekingen, kaçıngan, kimseye güvenmez oluşlarımızı kendi otantik halimiz sanışlarımız. Yuva olmayan evlerimizde yaşama çabamız… Yuvaya, mekana, eve, bu evlerdeki yaşayışlarımıza dair düşündürüyor.

“Şimdi ve burada” kalmanın, yani güvende hissetmenin bu denli zor olduğu hayatlarımızda, savunma tepkilerimiz kısa yollarımız hâline gelebiliyor. Bunlar bizi tanımlayan sıfatlara dönüşüyor. Sürekli alarmda, her daim tetikte bir bedenle ve zihinle yaşamak, insanı kendinden daha da uzaklaştırıyor. Bu koşullarda bir sürü insanın kendinde olmanın, otantik haline erişmenin, evinde hissetmenin yollarını arıyor olması boşa değil. Ancak her şeyin alabildiğine sığlaştığı günümüzde, Marcuse gelsin de tek boyutlu insan görsün demeden de edemiyorum. Tüm isim tamlamalarının terapi, şifa, yuva kelimeleriyle kurulması, herkesin merdiven altı psikoloğuna dönüşmesi, iyi hissetmeye ve kendine değer vermeye dair binlerce 1080×1080 piksellik sosyal medya postu üretilmesi öyle birbiriyle bağlantılı ki. İyileşmeye, şifaya dair ihtiyaç bariz ama çözümün gözden kaçan sığlığı maalesef çözümden ziyade yeni dertler doğuruyor. Bu iyileşme ihtiyacının kaynağını anlamadan çözüm bulmak da zor görünüyor. Öte yandan çözümlerin bu denli bireyselleşmesi gayet politik mevzuları anlamamızı da zorlaştırıyor.

Bir yuva olarak beden

Maya Angelou’nun “Her yere aitim. Hiçbir yere ait değilim. Kendime aitim.” sözlerini ilk duyduğumda zihnim aydınlanmıştı. Kendine ait olduğunda her yer yuva olabilir, her yerde yuva kurulabilir diye düşünmüştüm. Özgürleştiren ve kudretlendiren bir his vermişti cümle bana. Son dönemde kentlerimizin muğlak, sessiz ve hüzünlü kaybı ise bir yere, bir şeye ait olma ihtiyacını hatırlatıyor, yeniden. Sadece kendine ait olmakla yetinmiyor zihnim. Kendine ait olmakla, aidiyet hissettiğin mekanların, ilişkilerin, toplulukların birbirinden ayrı düşünülemeyeceğine dair hissim ağır basıyor.

Kendine ait olmaya dair ise beden üzerinden düşünmeye başlamayı önemsiyorum. Zira beden ilk yuvamız; büyüdüğümüz, geliştiğimiz, dünyayı algıladığımız yuvamız. Ne var ki, bedenlerimiz doğduğumuz an itibariyle istila ediliyor. Sürgünümüz hikayemizin en başında başlıyor. İçine doğduğumuz beden, bakışlarla, sözlerle, ihlallerle işgale uğruyor. Kendi bedenimize içerden değil, dışardan bakmayı öğreniyoruz. Kendi bedenimizde ev sahibi değil kiracı oluyoruz. Kişinin kendiyle ve bedeniyle kurduğu ilişki ve bedeninde nasıl hissettiği diğer mekanlarla ve insanlarla kurduğu ilişkiyi de etkiliyor muhakkak.

Bir yuva mekanı olarak kent

Bu içerde sürgün hisseden bedenin dışarda nerde yuvalandığı sorusunun cevabı maalesef günümüz kentlerinde saklı ve bu kentlerle sınırlı. Günün akıp gittiği sokaklarda hem kaygı hem hüzün hakim son dönemde. Sevdiğimiz kitapçı kapanmış, balkonlarını çevrelemiş sardunyalarına bakmadan geçmediğimiz bina yıkılmış, köşedeki dut ağacı kesilmiş, yılların pastanesi milyoncu olmuş, kaldırımlar tahammülsüz, tüketici ve aceleci bir güruhla dolu… Tanıdık çok az şey var. Yabancı ise çok şey var! Her şeyin değiştiği bu hızlı akış içinde kendin kalmak ve kendinde kalmak öylesine zor ki.

Benim için yaşadığım şehir sakin güvenli bir rıhtım gibiydi her zaman. Gurbetten kaçıp gelinen bir ağaç gölgesi, kavuşulan oyun arkadaşları ve tanıdık sokaklar. Ev ziyaretleri, kapı önü muhabbetleri, neşede ve kederde ortaklaşılan buluşmalar, şiirin eşlik ettiği aşklar, mevsimlerle özdeşleşmiş parklar… baharda dikmen, güzün seğmenler, yazın botanik…Her semtinin aşkı ve şarkısı başka bir şehir. Şimdi Ankara pek çok şehir gibi, kent kırımına uğramış, hunharca örselenmiş, semtleri de aşklarıda tanınmaz hale gelmiş bir şehir. Bir kent kimliğini, belleğini yitirdiğinde; o şehrin insanları da belleğini, kimliğini ve aidiyetlerini yitiriyor. Kent değiştiğinde hayat da, insanlar da, bağlar da değişiyor. Kentin sizi tutacak kolları, sokakları yok edildiğinde, siz de köksüz hissediyorsunuz… En azından bende öyle oldu!

Hayatın, emeğin, içinde yaşadığımız kentlerin, ilişkilerin bu denli yabancılaştığı, belleksiz, kimliksiz ve köksüz kaldığı bu dönemde evlerimiz, ilişkilerimiz, topluluklarımız da yuvaya dönüşemiyor sanırım. Kendimizi içerde ve dışarda sürgünde hissediyoruz. Beden ve mekan arasındaki ilişkisellik nasıl durduğumuzu, gördüğümüzü, sevdiğimizi de belirliyor. Bedenin işgal edildiği, sürekli mücadeleye zorladığımız, kentlerin yaşam değil tüketim mekanları olduğu hayatlarımızın içinde ben kimim? Nereye ve kime aitim sorusunun cevabı da çok muğlaklaşıyor.

Elbette yuvayı yeniden kurmak, önce kendine ait olmayı yeniden öğrenmekle mümkün. Ama bu içerde yeniden kuruluş dışardaki mekanın böyle acımasızca dönüşmesine tek başına direnemiyor. Her insan bir adaysa bile, limansız yaşanmıyor. Dışarıdaki yer sarsıldığında içerdeki yuva tek başına sağlam kalamıyor. Bu tersi için de geçerli. O zaman nerden ve nasıl başlayacağız? Kendimizde köklenmeyi, kentlerimizde yerleşikleşmeyi, şefkatli bağlar kurmayı nasıl mümkün kılacağız? Bu sorular, cevap anahtarı olmayan, bu sebeple de üzerine kolektif düşünmelere muhtaç mevzular olarak sohbetleri bekliyor.

Yorum bırakın