Toplumsal Cinsiyetin Görünmez Kıskacı: Çocuk Hakları İhlallerine Bir Bakış*

Çocukların belki de en yaygın biçimde maruz kaldığı ayrımcılık türlerinden biri toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıklar. 

Toplumsal cinsiyet yaşamın ilk anından son anına kadar kutlamalardan, isimlere, oyunlardan renklere, kitaplardan duygulara, mesleklerden kaynaklara kadar neredeyse her şeyi biçimlendiren bir filtre. Doğum gününün kutlanış biçimi, çocuklara verilen isimler, cinsiyet için kullanılan renkler, kitaplar, duygular, oyunlar, oyuncaklar ve kıyafetler pek çoğu bu cinsiyetçi filtrelerden geçiyor. Bu durum ise elbette çocukların yaşamında ve gelişiminde derin izler bırakıyor. Zira çocukluk bireyin benliğini, ilişkilerini ve dünyayla kurduğu anlam bağını şekillendiren en kritik dönem.

Toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler çocuk yaşlardan itibaren hayatın her alanında karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla her çocuk bu eşitsizliklerden doğrudan ya da dolaylı biçimde etkileniyor. Basit birkaç örnek verecek olursak;

  • Oğlan çocuklarının ağlaması engellenir.
  • Çocukların kıyafetleri, oyunları, oyuncakları, kitapları cinsiyetlerine göre ayrılır.
  • Kız ve oğlan çocuklarının ileride “yapabilecekleri” meslekler baştan belirlenir.
  • Oğlan çocukları silahlar, savaşlar, kavgalar, arabalar gibi şiddet, yarış ve güçle ilişkilendirilir. Kız çocukları ise yemekler, pastalar gibi uysallık, bakım ve ev içi rollerle özdeşleştirilir.

Bu ayrımlarla başlayan ve sürekli pekiştirilen yaşam döngüsü ise kız ve oğlan çocuklarının erişebildikleri hak ve olanakları; kadın ve erkeklerin yaşadıkları mekânları, mesleklerini, özerkliklerini ve yapabilirliklerini sınırlıyor.

Cinsiyetçi roller ve duyguları nasıl biçimlendiriyor?

Çocukluktan itibaren çocuklara sunulan/dayatılan roller, sınırlar ve beklentiler, çocukların kapasitelerini, potansiyellerini ve olanaklarını da belirler. Dolayısıyla bu roller ve beklentiler; kız çocuklarına “kırılgan”, “uysal” ya da “bakım veren” olmanın değerli olduğu mesajlarını iletirken, oğlan çocuklarına “güçlü”, “mantıklı” ve “duygularını gizleyen” olmanın öğretilerini iletir. Bu kalıplar, çocukların sadece davranışlarını değil, duygularıyla kurdukları ilişkiyi de biçimlendirir.

Bir kavram: Duygu okuryazarlığı

Bireyin kendi duygularını tanıma, adlandırma, ifade etme ve başkalarının duygularını anlama becerilerini kapsayan duygu okuryazarlığı hem öz farkındalığın hem de empati, iletişim ve öz düzenleme kapasitesinin temelidir. Ancak duygu dünyamızla kurduğumuz ilişki elbette toplumsal cinsiyet kalıplarından bağımsız değildir.

Kız çocuklarının genellikle duygularını ifade etmeye daha fazla alan bulduğu söylenebilir; ağlamak, üzülmek, korkmak ya da sevinmek kız çocuklar için kabul edilir duygulardır. Fakat bu izin, çoğu zaman yalnızca “uyumlu” duygularla sınırlıdır: kırgınlık, nezaket, şefkat gibi. Öfke, sınır koyma ya da “hayır” deme ise kız çocukları için “yakışıksız” bulunur. Böylece kız çocuklarının duygu okuryazarlığı empati yönünde gelişirken, öz savunma ve sınır koyma ifade becerileri köreltilir. 

Oğlan çocukları ise çoğu zaman duygularını göstermekten alıkonur; ağlamak, korkmak ya da kırılmak “zayıflık” sayılır. Cesaret, öfke ve rekabet yüceltilir. Bu da oğlan çocuklarının duygusal farkındalığını sınırlandırır, duygularını bastırma veya şiddetle ifade etme eğilimini güçlendirir.

Sonuçta hem kız hem de oğlan çocukları, toplumsal cinsiyet kalıplarının çizdiği dar duygusal aralıkların içine sıkışır.  Oysa duygu okuryazarlığını destekleyen bir yaklaşım çocuğa tüm duygularının geçerli, anlaşılabilir ve ifade edilebilir olduğunu öğretir

Bir öğrenme aracı: oyunlar

Oyun, çocukluk döneminin yalnızca bir eğlence ya da oyalanma biçimi değil; öğrenmenin, kendini ifade etmenin ve dünyayı anlamlandırmanın, becerileri geliştirmenin aracıdır. Çocuk oyun aracılığıyla fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal becerilerini geliştirir; problem çözme, iş birliği yapma, empati kurma, sınır koyma, paylaşma gibi temel yaşam becerilerini edinir. Çocuklara sunulan oyuncaklar ve oyun temaları, onların hangi becerileri geliştireceklerini de belirler. Ve elbette bunlar toplumsal cinsiyet kalıplarından bağımsız değildir.

Kız çocukları genellikle bakım, düzen, estetik ya da duygusal ifade temalı oyunlara yönlendirilir: bebekler, mutfak setleri, evcilik oyunları… Bu oyunlar empati ve sorumluluk becerilerini güçlendirirken, karar verme veya risk alma gibi becerilerin gelişimini sınırlayabilir.

Oğlan çocukları ise rekabet, hız, güç ya da teknoloji temalı oyunlarla ilişkilendirilir: arabalar, silahlar, savaş oyunları, yapı setleri… Bu oyunlar strateji geliştirme ve özgüveni desteklerken, duygusal ifade ve iş birliği becerilerini zayıflatabilir.

Böylece oyun alanları yalnızca çocukların eğlence alanı değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin ilk sahnesi hâline gelir. Çocuk, oyun yoluyla “kız” veya “erkek” olmanın ne anlama geldiğini öğrenir. Bu nedenle oyun, hem özgürleştirici hem de kalıplaştırıcı bir güç taşıyabilir.

Toplumsal cinsiyet meslek seçimini ve kaynaklara erişimi nasıl belirliyor?

Toplumsal cinsiyet, yalnızca bireylerin kim olduklarını değil, kim olabileceklerini de belirler ve biçim verir. Çocuklukta verilen açık ya da örtük mesajlar, gelecekte hangi mesleklerin “uygun” sayılacağına dair güçlü bir yönlendirme yaratır. Bu yönlendirme sadece kişisel tercihleri değil, yaşam boyu erişilebilecek fırsat alanlarını da belirler.

Kız çocukları daha küçük yaşlardan itibaren bakım, uyum, estetik ve duygusal emek gerektiren rollere yönlendirilir. Oğlan çocukları ise güç, üretim ve teknolojiyle ilişkilendirilen alanlara teşvik edilir. Bu görünüşte “doğal” ayrım, ekonomik, sosyal ve kültürel sermayeye erişimi baştan sınırlayan bir eşitsizlik zemini oluşturur.

Bakım emeğiyle ilişkilendirilen meslekler; öğretmenlik, hemşirelik, çocuk bakımı, sosyal hizmet gibi; toplumun işleyişi için vazgeçilmezdir ama genellikle düşük ücretli ve statülü ve sınırlı karar gücüne sahip alanlardır. Buna karşılık mühendislik, bilişim, finans ya da politika gibi erkek egemen alanlar yüksek gelir, prestij ve kaynak erişimi sağlar. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet, çocuklukta meslek yönlendirmesi üzerinden kaynaklara erişim hakkını da şekillendirir. Bir başka deyişle: çocuklara “senin işin budur” denildiğinde, aynı zamanda “senin hakkın, sözün, ekonomik gücün bu kadardır” da denilmiş olur. Bu tablo yalnızca bireysel fırsat eşitsizliği yaratmaz; aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kuşaktan kuşağa yeniden üretir. 

Eşitlikçi bir yaklaşım için nelere dikkat etmeliyiz?

Eşitlikçi bir yaklaşım yalnızca kız ve oğlan çocuklarına aynı fırsatları sunmak değil, onların farklı ihtiyaçlarını, deneyimlerini ve öznelliklerini tanımak anlamına gelir. Toplumsal cinsiyet kalıplarını sorgulayan, çocukların potansiyelini etiketlerden bağımsız gören bir bakış açısı gerektirir.

Peki, bunun için ne yapabilirsiniz?

  • Dili dönüştürebilir, Kız ve oğlan çocuklarına yöneltilen kalıplaşmış ifadeleri fark ederek “erkek gibi ağlama” ya da “kız gibi davranma” gibi sözlerin duygusal ve düşünsel etkisini görünür kılabilirsiniz.
  • Oyun alanlarını ve öğrenme ortamlarını çeşitlendirebilirsiniz. Çocukların farklı becerileri deneyimleyebileceği, yarıştan çok iş birliğini ve hayal gücünü besleyen oyunlara yer açabilir; oyuncakların, kitapların ve etkinliklerin cinsiyetsiz seçilmesine özen gösterebilirsiniz.
  • Duygusal çeşitliliği destekleyebilirsiniz. Kız çocuklarının öfkesine, oğlan çocuklarının kırılganlığına alan tanıyabilir; her çocuğa duygularını ifade etme hakkını verebilirsiniz.
  • Rol modellerini genişletilebilir, çocuklara, toplumsal cinsiyet rollerini aşan farklı yaşam biçimlerini ve meslek örneklerini gösterebilir hayal kurmalarına, ufkunu genişletmelerine yardımcı olabilirsiniz.
  • Erişim ve temsil eşitliğini sağlamak için çalışabilir, eğitim, karar alma ve kamusal yaşam alanlarında kız ve oğlan çocuklarının eşit biçimde yer alabilmesi için yapısal engelleri görebilir ve dönüştürmek için uğraşabilirsiniz.
  • Çocuğu biçimlendirilmesi gereken bir nesne olmaktan özgürleştirebilir, çocukların potansiyeline, kudretine güvenerek çocukların katılımına alan açabilirsiniz.

Kapatırken;

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yalnızca görünür ihlallerle sınırlı kalmayıp, hayatın tamamına yayılan bir ideoloji olarak çocukların varoluşlarını, hayal güçlerini ve potansiyellerini doğrudan etkiliyor. Çocukları bu dar kalıplara hapsetmek; onların kaynaklara ve hayata erişimini kısıtlamak demek. Kendi kaderlerini tayin etme yolculuğunda çocuklara eşlik etmek ve onlarla gerçek bir dayanışma kurabilmek ise eşitsizliğin hayattaki tüm tezahürleriyle mücadele etmeyi gerektiriyor. 

Bu mücadelenin de toplumsal cinsiyet eşitsizliğine maruz kalan yetişkinler olarak hem kendimiz hem de çocuklar için çocuklarla birlikte yürüteceğimiz bir mücadele olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

*Yazı 10 aralık tarihinde STGM web sitesinde yayınlanmıştır.

Yorum bırakın