Küçük zeytin ağacı zeytin ormanlarına dair anlatılanları duymuştu, ancak onun hayatı bir serada başlamıştı. Ve seralar hiç ormanlara benzemiyordu. Ne sınırsız bir gök yüzü, ne yıldızlı geceler ne dallara konan kuşlar, ne de ılık yağmurlar. Zeytin 3 yıldır küçük bir saksıda ormanla, uçsuz bucaksız toprakla ve gökyüzüyle buluşmayı bekliyordu. Her gün hayaller kuruyordu kök salacağı ormana dair. Hayallerini merakı bölüyordu. Çevresinde nasıl ağaçlar olacaktı kim bilir? Onunla güneşi suyu paylaşacaklar mıydı? Yoksa bir gölgede mi kalacaktı. Onu soğuk kışlar mı bekliyordu yoksa ılıman bir iklimde mi köklenecekti.
3 yıldır içinde durduğu saksıda kökleri daralıyor, kendine yol bulamıyordu. Dar bir ayakkabı gibiydi bu saksı. Ah bir kavuşsaydı toprağa. Serada her bir ihtiyacı görülse de ruhunda özgürlük vardı. O yıldızlı gecelerde boy vermek istiyordu. Bir saksı yerine bir orman zemininde kökleriyle büyümeyi, suyu aramayı hayal ediyordu. Ah ne keyif!
Her gün seraya bir sürü insan geliyor; balkonlarına, salonlarına, bahçelerine türlü çeşitli çiçekler alıyorlardı. Her yeni gelen insan yeni bir heyecandı küçük fidan için. Ona uzanmasa da elleri, seranın sahibi ile aralarında sürüp giden sohbetlere kulak vermekten keyif alıyordu.
“evde yetişmez abla o”
“balkonum için sardunya alacaktım”
“çok ışık istemez, gölgede de yaşar, suyunu aksatma yeter”
“her bahar saksısını değiştir mutlaka”
“iki haftada 1 az bir su döksen yeter”
…..
Her bir bitkinin nazı edası ayrıydı doğrusu. Bunlara kulak vermek dünyayı gezmek gibi geliyordu küçük fidana. Aynı serada kaldığı onlarca çiçeğin, fidanın derdi, ihtiyacı farklı farklıydı. Bu sera denilen yerde pek garipti açıkcası, hepsi yan yana kalabiliyorlardı ama gittikleri yer ayrı olmalıydı. Sera işte!
Fidancık her gece hayallerle uykuya dalıyor, her sabah umutla uyanıyordu. Bahar geldiğinde umutları daha da arttı. Seranın geleni gideni de arttı. Bahar yeniden uyanışın habercisiydi ve insanlar bu yeniden uyanışı çiçeklerle, fidanlarla şenlendiriyorlardı. Tozlu balkonlar açılıyor, yıkanıyor, yeni saksılara rengarenk çiçekler ekiliyordu. Seraya gelip gidenlerin yüzlerinde bu canlanmanın etkisi görünüyordu.
Gelip gidenler arasında ona uzanan bir kaç el de olmuştu ancak sonrasında vaz geçmişlerdi. Zeytin bakımı zahmetli işti doğrusu. Zeytincik buna övünsün mü yoksa üzülsün mü bilemiyordu? Netice de öyle kolay herhangi bir bitki değildi o ve zahmete değerdi. Öte yandan da kimse onu hayalleri ile buluşturmuyordu bu yüzden. İnsanlar ya çiçeklere meylediyor ya da daha olgun veya bakımı kolay ağaçları tercih ediyorlardı. Ah küçük zeytincik ne kokulu çiçekleri vardı ne de dallanmış kalın bir gövdesi. Ama umutla beklemeye devam etti.
Derken bir el ona uzandı. Sürekli gözü kulağı kapıda olmasına rağmen geleni farketmemişti. El onu aldı, fidancık daha ne olduğunu anlayamadan önce kendini seranın dışında ardından da bir arabanın kasasında buluverdi. Yıllardır hayal kurduğu şey kesinlikle bu değildi. Nereye gidiyordu, kimdi onu alan? Bir bahçeye mi yoksa bir eve mi gidiyordu? Yine saksıda mı kalacaktı biri ona açıklama yapmalıydı. Heyecan, korku merak hepsi bir anda başına üşüştü küçük zeytinciğin. Nasıl olduysa tüm konuşmaları kaçırmıştı. Ne şans ama!
Birden araba hareket etti. Arabanın hareketi ile baharın taze serin havasını ve rüzgarı hissetti zeytincik. Bu his tüm korkularını unutturdu. Ohh! Dışarda olmak ne güzeldi. Mavi bir gök yüzü. Gök yüzü ne kadar da büyüktü. Hiç bu kadarını hayal edememişti. Tüm bilgisi ve hayalleri ormandan gelmiş fidanların anlattıklarına dayanıyordu. Şimdi ilk kez kendi yaprakları ve dallarıyla hissediyordu tüm doğayı. Bir çok bulut, bir kaç kuş ve yol kenarında hızlıca geçen ağaçların ardından araba bir orman yoluna saptı. Fidancık bir kez daha ohhh dedi. Bir ormana gidiyor olmalıydı muhakkak. Küçük kökleri ayakları olsaydı eğer ve saksısı bu kadar dar olmasaydı ormana yol almanın keyfiyle kesin dans ederdi.
Orman yolu kıvrıldı, kuş sesleri çeşitlendi, derken araba durdu. İki el onu kasadan aldı. Ellerin arasında bir müddet yol aldı.
Bir müzik, bir çok ses duydu, neşeli sesler…
Derken köklerini saran saksıdan özgürleşti.
Eller çoğaldı…
Eller onu bir çukura yerleştirdi, sağına soluna topraklar kondu. Ah o tabiatla ilk buluşması nasıl da tarifsizdi.
Güneş tam tepedeydi ve bir bahar günü için fazlaca sıcaklık veriyordu dünyaya. Fidancık etrafını sıkıca saran toprağın içinden köklerine doğru serin suların süzüldüğünü duyumsadı. Bu eşsiz serinliğin adı can suyundan başka ne olabilirdi gerçekten… Zeytincik can suyunu köklerinden dallarına doğru çekti içine… bir kez daha “ohh dedi”
Pek çok şeye ad verilir de pek azı, hayattaki karşılığını tam olarak bulur, can suyu gibi…
Müzik yerini doğanın kendi sesine ve kuşların şarkılarına bırakmıştı. Ellerin yerini rüzgarın dallardaki serin dolanışı almıştı. Zeytincik dünyadaki yerine baktı. Hemen yanında büyücek iki zeytin ağacı, berisinde sardunyalar, karşısında zeytin ağaçları ile dolu bir dağ, sırtı çam ormanı. Ormanın içi türlü çeşitli kuş sesleri ile dolu. Zeytincik dünyadaki yerini sevdi. Dünyada durduğu bu yerde dalındaki bir kaç tomurcuğunu bu bahar geçmeden belki çiçeğe belki meyveye dönüştürebilirdi.
Gün akşama, akşam geceye dödü. Zeytincik ilk kez yıldızlı bir gecenin ne olduğuna şahit oldu. Yıldızlarla dolu gökyüzü, gece kuşlarının sesi hayal edebileceğinden de güzeldi ama zeytinciğin henüz bunu tarifleyecek kelimeleri yoktu. O da dalları ile esintiye eşlik etti. Yıldızlı gecede kökleriyle daha sıkı tutundu toprağa. Zeytincik büyüyüp boy vermeye işte o yıldızlı gecede başladı.
Yolu açık olsun, dallarına kuşlar konsun…
Seslendiren Hale Gönültaş
Çizim: Pınar Büyükgüral