iki çift laf edemez, bir şey üzerine tartışamaz olduk!
televizyondaki tartışmalar tat vermiyor çünkü her şey tekrar ediyor kendini. kafa açan, yeni olan, şaşırtıcı, heyecan veren, farklı olan bir şey dinlemek, görmek mümkün değil.
hacı yatmaz gibi bir o yana bir bu yana yatıyoruz.
memleket sevmek üç cümleyle,
özgürlükçülük üç cümleyle,
din üç cümleyle,
aşık olmak üç cümleyle.
dördüncüsü yok kimsede
cümle dediysek de öyle tek kelimeyle bir dünyayı anlatır cümleler değil, özne, tümleç yüklem!devrik cümlelerin tadı bile yok.
neden dersen yok zaten!
öyle görmüş, öyle bilmiş, biri demiş, beriki buyurmuş, ezelden öyleymiş…
üzerine düşünülmemiş,düşünülmeden özümsenmiş bir dünya yargı, yada üç beş yargı ile var olmuş bir dünya!
hikaye anlatıcılar yok,
dinlemek yok,
sevgi de bu dar dünyaya sıkışınca, sevgisizlikte olmuş diz boyu, kimse kimseden haz etmez, arka çıkmaz, el uzatmaz olmuş!
kimse kimseyi sevmiyor aslında ama, kimsenin de kimseden bir farkı yok! giderek aynılaşıyor her şey!
özgün olmak yok!
Sahi özgün olmak neydi?
şu sürünün ters yönünde yüzen balık!
sürüden ayrılan koyun!
marjinal olmak?
marjinal olmak da oldu mu sana moda?
işin garibi aynılaştıkça ve benzeştikçe kopuyoruz,
Birlik olmak, dayanışmak, omuz vermek yok. aynılık yan yana kılmıyor kimseyi. Aynılaştıkça ötekiler artıyor, yan yana duramazsak da karşısında durabileceklerimiz var.
Giderek dışlamanın tadını alıyoruz, dışlamak küçümsemek, ezmek bedava!
Hatta acılarımızdan da onları sorumlu tutabiliriz! Suçlayıveririz, hem içimizde rahatlar. Zaten hak hukuk da onlardan yana değil. Sorumlularla uğraşacağımıza, biz de başkalarının acısının sorumlusu, efendisi oluruz fena mı? Bize de birilerinden üstün olma zevki düşer!
Ya daha çok kelimemiz olsaydı nasıl olurdu?
Sözün bittiği yere bu kadar kolay varmazdık bence! anlatacağımız, dinleyeceğimiz daha çok şey olurdu! belki de bir kule yapar ve tanrıya bile ulaşırdık;
eskiler yapmışlar, inanmazsanız anlatayım;
Çok eskiden, dünya sonsuz kaynaklarla donatılmış, rengarenk çiçeklerle bezenmiş haldeyken herkes aynı dili konuyormuş. Hatta tüm canlılarla ve doğayla iç içelermiş. Eh onlar tanrının sevgili kulları, tanrıya daha yakın olmak istemişler. Nasıl edelim de tanrımıza ulaşalım derken bir kule yapmaya karar vermişler. Herkes el birliği edince kule hızla yükselmeye başlamış.(düşünsenize herkes) kule öyle hızla yükseliyormuş ki Tanrı bu duruma kızmış.
Hikayeye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışanların kibrine ve kendini beğenmişliklerine kızar. Kuleyi yerle bir eder ve kuleyi yapan insanların her birine ayrı bir dil verip dünyanın farklı yerlerine dağıtır. O günden beridir ki insanlar bir daha öyle bir birlikteliğe erişemezler.
Öyle bir kule inşa etmek için değil de inşa edilmiş başka kuleleri yıkmak için yeni ve zengin bir dille konuşsak.
Wittgenstein ne diyordu “kelimelerimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”!
gerçekten de eğer bir insanın sahip olduğu üç beş kelimenin hepsi domates biber patlıcansa ona tüm dünya manav olur!
Top tüfek barutsa, dünya bir savaş alanı ve düşman yatağı olur.
kitle kıyım araçları, nam-ı diğer medya ve eğitim sistemi bizleri kalıba sokmaktan, kesip biçmekten doymadı.
Başka türlü bakmanın, başka tür olmanın, başka bir dünyanın kapılarını sürekli kapamaya çalıştı,
Nasıl seveceğin, nasıl ayrılacağın, ayrılınca hangi triplere gireceğinin, güzelliğinin, hangi partiye oy vereceğinin, nasıl kuul olacağının vaazını o kadar uzun süredir bağırıyor ki,
özgün olmayı ve muhalif olmayı bile ondan öğrenir olduk…
Oysaki başka türlü sevmeleri, başka türlü yaşamları, başka çocukları, arkadaşlıkları, başka şarkıları ve başka masalları yazmak, düşünmek, hayal etmek mümkün.
Bir de başka türlü beraberlikleri, dayanışmaları! Birrbirimizi yememek ve birilerine yem olmamak için!
adettir diye; gökten üç elma düşmüş, üçü de güzel insanların başına:)
Hatice Kapusuz