Uzun süredir içinde bulunduğum sosyal ilişkilerde yoğunlukla hissettiğim şey kimsenin kimseyi anlamıyor ya da dinlemiyor olması. Boşluğa sarf ediliyor sanki sözler. Çoğu zaman bir dinleyen olmasa da olur gibi muhabbetler. Sözler muhatabını bulup da muhabbete döndüğünde de derdini anlatamıyor insanlar. Sanki aynı dil değil kullanılan, kategorik olarak aynı olsa da herkesin kelimelere yüklediği anlamlar başka başka, haliyle dil de başkalaşıyor.
Hele anlatmak ve anlaşılmak gibi bir derdiniz varsa işler daha da zorlaşıyor sizin için. Bunu belki de en çok yaşayanlar toplumsal düşünüş kalıplarının dışına düşmüş olanlar. Toplumsal mücadelelerin parçası olan, adalet talep eden, değişimden yana olan hemen hemen herkesin toplumsal düşünüş biçimleriyle, belki de gerçekle, yüzleştiği anlar hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Hayal edilen, uğruna mücadele edilen bir çok şeyin fersah fersah uzak olduğunu fark ediyorsunuz. Sanki kullanılan kavramlar yabancı bir dilin anlaşılmazlığıyla yüklü.
Hayata ve insana dair bir şeyler söyleyen, hayal kuran biri için yüzleşilen bu mesafe, anlatamama ve anlaşılamama hali çoğu zaman bir duvara çarpma etkisi yaratıyor.
Kendimiz için hayatın parçası olan bir çok şeyin bu kadar anlaşılmıyor, anlatılamıyor olması, aşılması gereken eşiklerden veya duvarlardan biri; ama bir türlü aşılamıyor. Konuşan için üzerine konuşulan kavramlar bu kadar hayata, insana, vicdana ve adalete dair iken toplumsal olayların değerlendirilmesi, algılanması ve alımlanması bunlardan oldukça uzak kalıyor.
Bu engelin varlığını anlama çabası uzun süredir benim de hayatımın bir parçası. Çünkü gündelik hayatımızı oldukça derinden ilgilendiren ve toplumsal hayatı gün geçtikçe daha zorlaştıran durumların da bu mesafeyle ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Bu derin ayrışma aslında zamanla usul usul içselleştirdiğimiz bir düşünüş biçiminden kaynaklanıyor bence. Bunu düşünmeme yardımcı olan kavramlardan birisi James Scot’ın kullandığı “Devlet Gibi Görmek” kavramı. Bunu bütünleyen ve bundan doğan diğer kavram veya sorun ise toplumsal sevgisizlik. Buraya hoş görü, tolerans gibi kavramlar da eklenebilir ancak, her iki kavramın da içerdiği hiyerarşi ayrı bir tartışma konusu olduğundan sadece sevgisizlik kavramını kullanmak benim için yeterli.
Gündelik hayatımızı düşünelim, bir otobüse biniyorsunuz, otobüs tıklım tıklım. Yaşlı bir amca şoförden klimayı açmasını istiyor bunalmış bir şekilde (teyzeler genelde şoföre ses edecek kadar cesaretli davranamıyor.) Şoför memnuniyetsiz bir düğmeye basmaktan, bir aç bir kapa diye homurdanıyor. İnsanlardan o yaşlı amcadan yana olmalarını bekliyorsun ama olmuyor. Beriki “Bunları memnun edemezsin abi” diyor o amca bir anda sağlık sorunu olan bir insandan memnuniyetsiz hiç bir iyiliği hak etmeyen bir canlıya dönüşüyor. Nefes alamayacak kadar dolu otobüs, herkes birbirine kızıyor, çekil, sıkış, yol ver, ne biçim insansınız! Kimsenin taşınış biçiminden şikayeti yok, ya da o koşulları iyileştirmeyenlerden. Birbirlerinden nefret ediyorlar, huzursuz, kızgın bakışlar, homurdanmalar… Aynı sahneyi hastanede, banka sırasında, okulda her yerde görebiliyorsunuz. Daha iyiyi hak ediyorum duygusu oluşmuyor bir türlü ne kendileri için ne de diğer insanlar için. Kuyrukta birini itip geçmek bir zafer sayılıyor, birilerini ezip geçmek pahasına da olsa amacınıza ulaştıysanız minnet ve huzur duyuyorsunuz. Bu tarz duygu ve davranışları gündelik hayatın her anında görmek mümkün.
Tüm bu sevgisizlik sendromunun, huzursuzluğun ve aynı dili konuşamaz hallerin insanların yaşadıkları toplumla değil iktidarla kurdukları aidiyetten kaynaklandığını düşünüyorum. Zira gündelik pratikler içinde insanların saygı duyduğu, hak verdiği, yaptıklarını kabullendikleri kişi ve kurumlar çoğunlukla güç ve otorite sahipleri.
Bu duygu örgütlenme kavramının da önündeki engellerden biri. İnsanlar aslında kendileriyle benzeri sorunları yaşamalarına ve aynı otoriteden müzdarip olmalarına rağmen birbirlerini yalnız bırakıyor ve birbirlerinin karşılarında konumlanıyorlar.
İş böyle olunca karşıda olana yönelik şiddet de normalleşebiliyor. Etnik, dinsel, ideolojik çatışmalarda devletin ve kolluk kuvvetlerinin kullandığı şiddetinin haklı görülmesinin altında da bu yatıyor. İnsanlar devletin kendi düzenine tehdit olarak algıladığı (ki bu düzen oldukça otoriter ve anti-demokratik oluyor genelde) tehditleri kendilerine, kendi hayatlarına bir tehdit olarak algılamaya başlıyorlar. Bu da güvenlik önlemleri bahanesiyle giderek özgürlüklerin daraltılmasının makul karşılanmasını sağlıyor.24 saat kameralarla yaşıyoruz, güvenliğimizi tehdit eden(!) birileri öldürüldü diye mutlu oluyoruz. Ölümler maç skoru gibi yazılır hale geliyor ve tüm mantık dışı hallerine rağmen hepsi normal oluyor. Nihayetinde insanlar kendi gündelik ve toplumsal hayatlarını da olumsuz etkileyecek bir tarafta yer almış oluyorlar.
Sonuç olarak bize daha mutlu ve huzurlu bir toplumda yaşama şansı verecek olan devletle ve her tür otoriteyle olan özdeşleşmeden sıyrılabilmemiz olacak gibi görünüyor. Mevcut düzeni tehdit eden şeylerin bizleri, hayatlarımızı tehdit etmiyor oluğunu, belki de bizi daha insan kılabileceğini ve yeni olanın daha iyi olabileceğini hatırlamamız gerekiyor…
Hatice Kapusuz