Bir varmış bir yokmuş, tanrının kulu çokmuş, çok yemesi yok demesi pek günahmış diye başlar bu coğrafyada masallar. Ve yaratıcısı olan toplumun hayallerini, umutlarını, mizah gücünü, kızgınlığını ve bir çok duygusunu dile getirir. Modern devletin terbiye edip bize sunduğu ürünlerin ötesinde sonsuz bir hazine saklıdır. Hele özüne sadık kalmayı dert edinmiş bir ustanın eli değdiyse ki, burada Pertev Boratav ve İlhan Başgöz’ü tekrar saygıyla anmak gerekir, eşsiz bir tat verir okuyana.Sadece keyif vermekle de kalmaz; topluma, yaşayış ve düşünüş biçimine dair ip uçları sunar. Hatta bugünkü çağrışımıyla sadece masal deyip geçilemeyecek kadar ciddi bir türdür.
Keloğlan masalları benim aralarında en sevdiklerimden ancak hali hazırda Keloğlan üzerine yazılan çizilenlerin pek tadı ve de aslı yok maalesef. Tüm ürünlerde (ki gerçekten ürün!) şaşkın, beceriksiz ama iyi niyetli bir oğlan çıkıyor karşımıza. Tüm görsellerde şaşkın hafif şapşal bir yüz betimleniyor. Oysa aslına baktığımızda kimi zaman kıvrak zekasıyla olaylardan sıyrılıveren, kah iyi, kah kötü, bazen kurnaz, zaman zaman uysal, kimi zaman sert bir masal kahramanı Keloğlan.
Üstelik sadece Anadolu’ya has olmayan Rus, Batı Avrupa, İran , Kafkasya ve Orta Asya masallarında da var olan bir karakter. İlhan Başgöz’ün tespitiyle; yerleşik hayata geçen ve katmanlı toplumsal yapılarda ortaya çıkan bir masal kahramanı.
Elbette masallarda böyle bir kahramanın oluşunun bir çok anlamı var. Öncelikle Keloğlan toplumun kendisiyle özdeşleştirdiği, kendisi gibi garip “Dünyada bir garip başı ile bir yırtık peşi var, başında poşusu kimseden korkusu yok” diye betimlediği bir oğlan. Satır aralarında toplumsal eleştirinin nasıl ince bir mizahla işlendiğini görmek mümkün Keloğlan masallarında. Yeri gelip bu Keloğlan memleketin alimini, rütbelisini, büyüğünü, bir keçi ve deveyle eş tutuveriyor. Akıllısı ve de kurnazı kendisi oluveriyor. Yeri geliyor kadıya kafa tutuyor, yeri geliyor padişah huzurunda alimlerin bilemediği sorulara bir bir cevap veriyor. Hatta padişah kızına talip olacak kadar da cesur, kaybedeceği bir şeyi olmayan bu oğlan.
Vel hasılı söylenecek çok söz olsa da keloğlan üzerine, heleşe hoş torbası boş… deyip Masallar üzerine epey kafa yormuş, onları büyük bir özenle derleyip bizlere ulaştırmış bir ustadan çok güzel bir Keloğlan masalı dinleyelim.
Bir varmış bir yokmuş, tanrının kulu çokmuş, çok yemesi yok demesi pek günahmış. Zamanın birinde bir öksüz kimsesiz Keloğlan varmış.Nerede akşam orada sabah, katıksız yavan, bulunca yer, bulmayınca sırt üstü yatar, yıldızları seyredermiş. Gök yüzünde ne var ne yok, Demirkazık hangisi, ülker terazi hangisi, akrep nerede,kürsü ne yönde hepsini arar bulurmuş. Ana yok baba yok sırtına bir yama vuran, eline bir dilim ekmek veren de yokmuş. Keloğlan ekmeğini taştan yemeğini de işten çıkarmayı küçük yaşta öğrenmiş. Yaşıtları, akranları sokakta birdirbir oynayıp zıpzıp yuvarlarken, sırtına ağır yükler yükleyip alnından ter sızdırarak çalışmasını, düşünüp taşınmasını adım adım öğrenmiş de, karanlık gecede kara taşın altındaki karıncayı bilir, arayınca bulur olmuş.
Bu keloğlan günün birinde padişahın sarayının önünden geçiyormuş. Bakmış ki pencerede bir kız oturur. Kız değil ay parçası, doğan aya sen dur yerine ben doğayım diyor. Keloğlandır dura kalmış. Bir hoş olmuş. Üçyüzaltmış damarından ateş yürümüş. Kanı kaynamış çoşmuş, ayakları da duvarın dibinde sallanıp kalmış. Keloğlan sağa gidecek olur, ayakları döner, pencerenin dibine gelirmiş.Sola yürüyecek olur ayakları başının hükmünü dinlemezmiş. Akşama kadar ne yana gitmişse dönüp dolaşıp pencerenin dibine gelmiş. bir başka şey edemez, düşünemez olmuş. Ateşi gizliymiş yüreğinin derinindeymiş, ama ah ettikçe temesinden dumanlar yükselirmiş.
Akşamüzeri padişah avdan dönerken, bu keloğlanı hayran şaşkın pencerenin dibinde dikilir bulmuş.
“Ne ararsın a keloğlan pencerenin dibinde?” diye sıkılayıp sorunca, keloğlandır bu, Dünyada bir garip başı ile bir yırtık peşi var, başında poşusu, kimseden de korkusu yok. Dosdoğru cevap vermiş:
“Padişahım Allah devletini arttırsın! Ben senin kızını pencerede gördüm, aşık oldum, ona tutuldum da buralarda dolanıyorum. ” demiş açıkça içindekileri dökmüş.
Padişah keloğlanın böyle korkusuz, pervasız olup haddini hududunu bilmeyişine sıkılmış, sonra içerlemiş, sonra da gide gide gazaba gelip hırsından saçlarının her bir teli mızrak gibi dikilmiş. Hemen buyruk vermiş keloğlanı sarayın zindanına attırmış. O devirler ne devirler! kanun yok, mahkeme yok. Tanrının az, padişahların çok olduğu devirler. Padişahın astığı astık kestiği kestik. Dilerse buyurur abat eder, dilerse kayırır berbat eder. Kimse çıkıp da ağzını açamaz, sorgu sual edemez, iki satır yazı yazamazmış. Üstelik bu oğlan ortalıkta dımdızlak, sivri külah, arayanı yok soranı yok kimsesi yok. Keloğlanı zindanda unutmuşlar tam 7 yıl zindanda tek başına düşünmüş bunalmış kalmış…
Günün birinde hint padişahından bu ülkenin padişahına bir mektup gelmiş. İçinde yazmış ki: “sana bir değnek gönderiyorum. bunun hangi başı kalın. Bildinse bildin bilemedinse vaktinde hazır ol. Yer götürmez asker ile üzerine seferim var”
Padişah gelen mektbu okumuş, gönderilen değneği gözden geçirmiş. Çevresinde vezir vüzerası peşine muayene etmişler bakmışlar ki tornadan çıkmış gibi iki başı denk. Marangozlara ölçtürmüş, kuyumculara tarttırmış, akıldanelere göstermiş. Ak sakal, kara sakal çağırtmışlar. İçlerinden hiçbiri bu değneğin hangi ucunun kalın olduğunu bilememiş. Padişahtır, bunalmış, en sonunda kızına danışmış. Oda hemen:
“Aman padişah babacığım, zindanda bir keloğlan olacak, bir de ona danışalım…”demiş. Kız hemen zindana inmiş, kapıları açtırmış, Bu keloğlanı bulmuş da olanları bir bir anlatmış. Keloğlan bu zamanıyla nice değnekler yontmuş, nicelerini kırmış ve nicelerinden de atlamış. Keloğlan dinlemiş, hem de gülmüş, sonra da demiş ki:
“Bundan kolay ne var, a padişah kızı git babana selam söyle. O değneği suya atın, hangi tarafı batarsa o ucu suya batar. Hem de şunu unutmasın: Elde olan beyde ve padişahta olmaz, sorup sual edilmeden her önüne gelen hapse atılmaz.”
Kız sevinmiş gitmiş babasına, Keloğlanın söylediklerini babasına anlatmış. Değneği suya atmışlar batan kısmını işaretleyip Hint Padişahına göndermişler. Hind padişahı bakmış doğru tarafa işaret konmuş.
“Bunu bildiler. Ama er oyunu üçtür. İki meselem daha var, onları da bilseler gerek.” demiş. Padişaha üç tane at göndermiş. Üçü de aynı soydan, aynı boydan, aynı dondan…birini birinden ayırmanın mümkünü yok. Bu atlardan hangisi ana, hangisi tay, hangisi tayın tayı? İşte padişahın bileceği mesele bu.Padişahtır, atlara bir bakmış, iki düşünmüş, elini sakalına atmış, taraklaya taraklaya öylece kalmış. baytarları, at cambazlarını, seyisleri çağırtmışlar, hiç biri bilememiş. Padişah hanım kızına haber salmış, hal keyfiyet böyle böyle. Bu kız hemen koşa koşa aşağı inmiş, kapıları açtırmış. Keloğlana olanları anlatmış.
“Aman keloğlan böyleyken böyle. Üç at geldi, üçünü birbirinden ayırmıyoruz. Hangisi ana, hangisi tay, hangisi tayın tayı? Aman bunun çaresi..” demiş de boynunu bükmüş. Keloğlan biraz düşünmüş:
“Pek iyi, pek has. Siz sorun, biz söyleyelim. Siz şaşakalın, biz arayıp bulalım. Ama siz yine pufla döşeklerde yatın, biz zindan köşelerinde ömür çürütelim. Siz yağlıdan ballıdan, biz de kuru ekmekli acı suludan. Hem size yol yordam gösterelim, hem zindanlardan kurtulmayalım. Padişaha benden selam söyle, hanım sultan. O beni bu zindandan kurtarsın ben de onu bu dar yerden…”demiş. Kız koşup babasına anlatmış, oda emir salmış keloğlanı zindandan çıkarmış. Giydirip kuşatıp huzura çıkarmışlar.
“Padişahım, bu iş ötekinden kolay. Şimdi buyur, bu atları bir ahıra kapatsınlar. Kapısının önüne de bir hendek kazsınlar, içini suyla doldursunlar,anasını, tayını, tayının tayını ayırmamak işten değil.” demiş.
Padişah keloğlanın dediklerini yaptırmış, Herkes avluya birikmiş. Keloğlandır, almış eline bir kamçı, başlamış atları kamçılamaya.
Atın biri çıkmış kapıdan, sağa sola sallamış kafasını, sonra zıplayıp geçmiş hendekten. Keloğlan seslenmiş:
“Bu anaç attır”
Tekrar başlamış kamçılamaya sonra bir at daha çıkmış dışarı, hendekten atlayıp geçmiş. Keloğlan:
“Bu da onun tayırdır”
Derken üçüncü de çıkmış ahırdan,
“Bu da tayın tayıdır.”
Avluda dikilip olup bitenleri seyredenler Keloğlanın marfetine parmak ısırmışlar. Seyisler Keloğlanın dediği gibi işaretleyip Hind Padişahına göndermişler. Hind Padişahı bakmış bu da doğru. Tutmuş bir mektup yazmış: “memleketin büyüğü, akıllısı ve sakallısını gönder. Sorguya çekmem gerek. Padişah , memleketin büyüklerini, sakallılarını ve akıllılarını tellal bağırtıp toplamış. Durumu anlatmış. Hiç biri bu işe yanaşmamış. Padişah en sonunda Keloğlanı çağırmış, olup biteni anlatmış. Keloğlan da:
“Ben giderim padişahım, yüzünü ak ederim, hind padişahını da esir alır gelirim, ancak dönünce sen de bana kızını verirsin bu şartla” demiş. Padişah uzun düşünmüş, kısa düşünmüş, keloğlan bir gitsin gelsin, soruları bilir ama koca padişahı nasıl esir alacak diye düşünmüş. Şimdi kızımı verdim derim sonra her şey yoluna girer demiş ve şartı kabul etmiş.
Keloğlan Padişahtan bir deve, bir keçi biraz da yol harçlığı almış ve yola çıkmış. “Memleketin büyüğü, sakallısı ve akıllısı geliyor diye ulak çıkarmış. Aylar sonra Hind padişahının ülkesine varmış. Bunu yollarda karşılamışlar, kırmızı halılarda yürütmüşler, davul zurnayla saraya ulaşmış. Bir elinde devenin yuları bir elinde keçinin ipi kurula kurula yürümüş.Hind padişahı karşısında Keloğlanı görünce şaşırmış. “ben padişahınızdan memleketin büyüğünü, akıllısını ve sakallısını istemiştim, onlara yolda bir şey mi oldu? diye sormuş. Keloğlan deveyi göstermiş “bu memleketin büyüğü” , Keçiyi göstermiş: “bu da sakallısı, ben de akıllısıyım” demiş de başını dikmiş durmuş. Padişah da:
“Ya öylemi? Söyle o zaman gökte yıldız kaç?” deyince bu da:
“Keçimin kılları kadardır padişahım” demiş. Padişah:
“Neden malum”
“Saymak size düşer padişahım” demiş. Divandakiler birbirlerine bakmışlar, sonra kafa kafaya verip cevabı kabul ettiklerini belirtmişler. Bunun üzerine padişah bir soru daha sormuş:
“Dünyanın ortası neresidir?”
“Şu bizim devenin sağ art bacağının altındadır padişahım”
Neden malum?
Ölçmek size düşer padişahım. Divandakiler birbirlerine bakmışlar, sonra kafa kafaya verip cevabı kabul ettiklerini belirtmişler. Bunun üzerine padişah “peki oğlum bunu da bildin gel senin bahşişini vereyim, aç mendilini demiş.
Elini cebine atmış sonra şıkır şıkır şıkır diye saymaya başlamış, sonra diğer cebine elini sokmuş, bu sefer de tıkır tıkır tıkır saymış. Keloğlan padişahın oyununu anlamış da:
Sağ ol, eksik olma padişahım, ne verirsen elinle o gitsin seninle, keremin kadar şanın şerefin artsız, hazinen çoğalsın eksilmesin…” demiş. Mendilin 4 ucundan tutup sanki içinde bahşiş varmış gibi özenle katlayıp sokmuş göğsüne. Padişah da kendi kendine “bu sefer oğlanı alt edeceğiz diye sevinmiş” Keloğlan etek öpmüş çıkmış dışarıya. Çarşıya yollanmış, pahada ağır yükte hafif ne varsa tezgahın üstüne yığdırmış, top top kumaşlar almış. Yattığı hana göndermiş. Sıra hesap vermeye gelmiş; keloğlan hesaba bakmış elini cebine atmış, şıkır şıkır, tıkır tıkır saymaya çevirmiş, sonunda yorulmuş ama hesabı da ödemiş. “Yekûndan biraz fazla verdim ama, artık üstü hamama kahveye erirsiniz harçlık edersiniz demiş, haydi kalın sağlıcakla deyip yürümüş çıkmış. Dükkandakiler bakmışlar şıkırtıdan tıkırtıdan ortada para falan yok. Tutmuşlar keloğlanı kadının huzuruna çıkarmışlar, olup biteni tıkırtısıyla, şıkırtısıyla anlatmışlar. Kadı dönüp keloğlana bakınca, o da:
“Vallahi kadı efendi, şaştım kaldım sizin bu ülkenizin halkı ne kadar asi imiş. Padişahın verdiği çil çil paraları kabul etmiyorlar. Dükkanda ödediğim paraları padişah bana hem de divan huzurunda şıkır şıkır ve de tıkır tıkır hem de şu mendilin içine kendi eliyle saydı.
Kadı bakmış iş karışık, bu iş huzurda çözülür demiş, toplanıp padişahın huzuruna çıkmışlar. Keloğlan söze girişmiş:
“Aman padişahım başıma neler geldi, şu adamların dükkanından öteberi aldım. Sonra sizin bana verdiğiniz paralarla da bir güzel ödedim bir de güzel bahşiş verdim. Bu adamlar şıkırı, mıkırı ve tıkırı hem de bahşişi kabul etmediler üstelik beni dava ettiler. Padişah bakmış vezirlerine, hepsinin başları önünde sakal altından sırıtıyorlar. Bu sefer de Keloğlan’ın üstün geldiğini anlamış. “Hele bırakın bu oğlanı, hakkı var borcunu ben öderim” demiş.
Ertesi gün Keloğlan sarayın karşısında bir hallaç dükkanı açmış. Gecenin bir vakti, bir sandıkla dükkana gelmiş. Soyunmuş, bedenini bir güzel zamklayıp pamuk yığınlarının üzerinde yuvarlanmış. Her yanı pamukla kaplanmış ve çıkıp doğruca saraya gitmiş. Saray da kim gördüyse korkmuş büzülüp kalmış. Keloğlan doğruca padişahın odasına gitmiş, Padişahın korkudan ödü patlamış, dili tutulmuş. İçinden “ eyvah can alıcı geldi vay başıma” demiş. Keloğlan demiş ki;
“ Ben can alıcıyım seni yukarıdan istiyorlar. Benimle birlikte geleceksin. Sesini çıkartırsan ümüğünü sıkar, canını hemencecik alırım” Padişah korkusundan sapır sapır titremeye başlamış, Keloğlan bunun koluna girmiş, dükkana götürüp sandığın içine koymuş. Handan eşyalarını ve de sandığı katırlara yükleyip daha geceden yola düşmüş. Aylar geçmiş, günün birinde memleketine varmış. Padişahın sarayına gelince denkleri aşmış, eşyaları kumaşları tahtın önüne döküp sermiş.
“Buyurun padişahım…” bunlar sana hediyem, bunlar da vezirlerine bergüzarım, bunlar da kızına çeyiz.”
Son kalan sandığı da açmış da: işte bu da Hind padişahıdır, celalli, kibirli, sorgulu, sualli bir şahtır..” deyince sandıktan iki kat eli ayağı tutmaz, inleye sızlaya biri çıkmış, padişah tahtının basamaklarına kapanmış, kendini öteki dünyada Azrail’in huzurunda zannetmiş. Padişahtır bunun haline acımış. Keloğlan olup bitenleri baştan sona anlatmış.
Padişah da emir salmış, davullar dövdürmüş, tellal çağırmış, düğün kurdurmuş. Kırk gün kırk gece düğün dernek tutulmuş, yenilmiş içilmiş, keloğlanla padişahın kızı evlenmiş. Düğünden sonra da Hind padişahını memleketine yolcu etmişler. Padişah bu keloğlanı baş vezir yapmış kaygısız kesavetsiz bir köşeye çekilmiş. Onlar muradına ermiş, darısı bizim başımıza….
…..
KELOĞLAN SITMA SAVAŞI
Eski zamanlarda bir ülkenin padişahının yüz tane çocuğu varmış. Bu çocukların ellisi oğlan, ellisi kızmış. Padişah oğlanlar büyüdükçe onları değişik şehirlere sancak beyi olarak göndermiş. Kızlarını ise, sevdikleri gençlerle evlendirmiş. Sadece biri, evlenmeye yanaşmamış. Bu da padişahın kızlarının en güzeli olan en küçük kızıymış. Bütün taliplerini geri çevirmiş. Çünkü hiç birinde aradığı özellikler yokmuş. Benim evleneceğim erkek mütevazi, cesur, bilgili ve atılgan olmalı diyormuş.
Günün birinde bu ülkede ateşli bir hastalık olan sıtma baş göstermiş. Hastalık kısa sürede yayılmış. Pek çok insan yataklara düşmüş. Ülkenin hekimleri, bilginleri hastalığın çaresini bulamamışlar. Padişah, hastalığı önleyip, hastaları iyileştirene on eşek yükü altın vereceğini bildirmiş. Ayrıca en küçük kızını bu kişiyle evlendireceğini ilan etmiş. Olanlardan haberdar olan Keloğlan anasından izin alıp başkente gitmiş.
Saray bahçesinde padişahın en küçük kızını gören ve onunla konuşan Keloğlan ata binerek dağlarda, ovalarda günlerce yol almış. Şehirlere, köylere giderek hastalarla ve hasta yakını çocuklarla konuşmuş. Hastalar, sivrisinek soktuktan sonra bu hastalığa yakalandıklarını ve sivrisineklerin bataklıkta çoğalıp etrafa yayıldığını anlatmışlar. Birkaç hasta yakını çocuk, Keloğlan’a bataklığı ve buraya suyunu akıtan dereyi göstermiş. Keloğlan derenin akış yönünü değiştirip denize yönlendirerek, bataklığı kurutmayı planlamış. Böylece sivrisineklerin yaşam alanı yok olacakmış. Keloğlan’ın yanındaki çocuklar, komşu şehir ve köylere giderek olaydan diğer çocukların haberdar olmasını sağlamışlar. Keloğlan çağırıyor, gelmelisiniz, demişler. Birkaç gün sonra derenin kenarındaki ovada binlerce çocuk toplanmış. Bu çocuklar, Keloğlan’ın söylediklerini yaparak toprağı kazıp kanal açmışlar ve dereyi denize akıtmışlar.
Suyu kesilen bataklık, sıcak havanın etkisiyle on günde kurumuş. Oralardaki sivrisinek nesli yok olmuş. Keloğlan sivrisinek sokmasıyla ortaya çıkan sıtmanın önünü almış. Sıtmalı hastalara kına kına kabuklarından hazırladığı ilacı içirerek iyileşmelerini sağlamış. Padişahın verdiği on eşek yükü altının, bir eşek yükü bana yeter, diyerek dokuzunu çocuklara dağıtmış. Padişahın en küçük kızıyla evlenmiş. Düğün hediyesi olarak verilen sarayda yaşamaya başlamış. Anasını yanına almış. Üçü birlikte gelecek güzel günlere gülümseyerek bakmışlar. Masalımız da burada bitmiş.
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
BeğenBeğen