Halk anlatısında yoksulluk*

Pir sultan abdal bu nasıl haldır
Yiğidi meydana getiren maldır
Fukaranın yüzü bir soğuk göldür
Soyunup da kimse girmiyor.
Pir Sultan Abdal

16. yüzyılda Pir Sultan Abdal’ın dilinden dökülen bu dizeler 21.yüzyılda derinleşen ve görmezden gelinen yoksulluk için hala geçerli. Devletin ve toplumun yoksulluk ve yoksullarla ilişkilenmesi ayni yardımlar, muhafazakârlık, mağdurluk ve hak edilmiş yoksulluk gibi eksenlerde devam ediyor. Yoksulluğu oluşturan yapısal sebepler gözden kaçırılıyor ve yoksulluğu öznelerinden dinlemek söz konusu olmuyor.
Bu süreçte toplumsal katmanların birbirlerini nasıl gördükleri; adaleti nasıl algıladıkları mevcut düzenin nasıl devam ettiğini anlamak için kritik bir soru. Bu sorunun cevabını arayacağımız yerse halk anlatıları. Burada adaletin ve adaletsizliğin, iktidar ilişkilerinin nasıl gerçekleştiğinden ziyade, halkın dilinden nasıl ifade edildiğine bakmayı tercih edeceğiz. Halk zengin ve yoksulu nasıl anlatır, yoksulluk söz konusuyken devleti ya da devletlüyü nasıl görür, nasıl ilişkilendirir, soruları eşliğinde çeşitli halk edebiyatı metinlerine göz atacağız.

Halk Edebiyatında Çeşitli Tanımlamalar Üzerine “Devlet- Adalet- Yoksulluk”

Halkın anlattığı, güldüğü, kahramanlaştırdığı, kötülükle özdeşleştirdiği olay, karakter ya da figürler bir döneme ait dünya görüşünün nasıl şekillendiği ve neye göre şekillendiği konusunda bize çok şey anlatır. Masallarında devletle kâh boy ölçüşen kâh uzlaşan yoksul halk (Boratav: 2007, 21), şiirlerinde tahsildara, rüşvetçi kadıya kızgınlığını dillendirir. Adaleti onlarda bulamadığında Köroğlu’nun, Çakırcalı’nın, Yalnız Efe’nin adaletine inanır, yol kesenden, rüşvet alandan onların aracılığıyla intikamını alır. Bu insanlar yoksulluğa sızlanarak katlanan değil gülerek meydan okuyan, hasret çekilen bol nimetleri büyütüp bir şaka edasıyla anlatan insanlardır (Boratav: 2007). Güldükleri bir garip Keloğlan’dır, bu oğlanın dünyada bir garip başı ile bir yırtık peşi vardır, başında poşusu kimseden de korkusu yoktur (Alangu: 2007, 37).
Anlatıların yaratıcıları orta halli ve yoksul insanlar olunca kendilerini, garipliklerini, yoksulluklarını resmetmişler, işlemişler her motifin içine. Yüzyılların birikimi akıl karıştırıcı bir görüntü alsada kimi zaman ister masal olsun, ister hikâye, isterse bir fıkra ya da şiir, anlatılan kaderine boynunu eğmiş sessiz bir figür değildir. Yoksulluğuyla dalga geçen, onu abartıp gülme malzemesi yapan insanlardır (Boratav: 2007).

Masallarda bir garip Keloğlan çıkar karşımıza, fıkralarda boğazının derdine düşmüş geçim sıkıntısı olan bir Nasrettin Hoca vardır, ya da cami kapısında dilenen bir Bektaşi Baba, Köroğlu ise bir seyisin oğludur adalet arayan. Keloğlan hem acizdir, hem kurnaz; kaybedecek bir şeyi olmadığı için kendini budaktan da sakınmaz (Boratav: 2007, 22) Masallarda yoksulluğu uzun uzun tasvir edilir bu garip oğlanın; “Geçimleri dar, paraları yok, tencere dibi kalaysız bakır, keseleri delik, yoktur metelik. Üstleri başları yamadan kat kat alacalı bohça, pabuçları delik parça parça”dır (Alangu, 2007: 95). Ağası tüm sürüye el koyarken, Keloğlana miras olarak bir kel tosun düşer, gerçekte de tanrının adaletinden acıdan gayri nasiplenememiş insanların anlatısında (Alangu, 2007: 120). Nasrettin Hoca, hocadır ama ne evinde vardır ne üstünde başında, komşusunun bahçesinden hırsızlık yapacak kadar çaresiz kalır kimi zaman.
Adalet halk anlatısının vazgeçilmez meselelerinden biridir. Nasrettin Hoca dönemin yargı sistemiyle dalga geçer, yalancı tanıklık yapar, rüşvet alır, kendi adaletini sağlar sonrada işi tanrıya havale eder. Yargıyla ilgili fıkralarında toplumsal bir eleştirmen rolündedir ve bu sistemin bozukluğunu dillendirir (Başgöz: 2005, 50). Keloğlan fıkralarında da yerini alır adalet eleştirisi;
…padişah Keloğlan’ın böyle korkusuz, pervasız, hem de saygısız olup haddini hududunu bilmeyişine sıkılmış sonra içerlemiş. Hemen buyruk vermiş, Keloğlan’ı sarayın zindanına kapatmışlar. O devirler ne devirler! Kanun yok, mahkeme yok. Tanrının az, padişahın çok olduğu devirler. Padişahın astığı astık kestiği kestik, buyurur abat eder buyurur berbat eder, kimse ağzını açıp sual edemezmiş (Alangu: 2007, 37).
Ancak padişahın işi düşer Keloğlan’a. Hint padişahının yolladığı ve kimsenin bilemediği soruları bir tek Keloğlan bilir, padişaha da verilmesi gereken dersi verir.
Elde olan beyde ve de padişah da olmaz, sorup sual edilmeden her önüne gelen hapse atılmaz. Siz sorun biz söyleyelim, siz şaşa kalın biz bilelim. Siz pufla döşeklerde yatın biz zindan köşelerinde yatalım, siz yağlıdan ballıdan, biz de kuru ekmek acı sudan… (Alangu:2007, 38)
Devletse devlet baba, adalet sağlayıcı, muktedir olarak resmedilmemiştir. Keloğlan’ın gözü, adaleti sağlamayan sultanın rüyasına girip onu korkutacak kadar pekleşir. Nasrettin Hoca fıkralarında ise bazen isimsiz bir sultan, bey, bazen de adı sanı belli Timur, Sultan Alaeddin olarak karşımıza çıkan devlet ve yetkilileri karşısında onlara saygısızca davranabilen, onlara hakaret edebilen bir Hoca vardır (Başgöz, 2005: 36). Hoca bir fıkrasında Timur’a beş para etmediğini söyler çekinmeden.
Elbette devlete halk edebiyatı içinden bakarken, devlete dönük eleştiriyi çok daha keskin bir şekilde dillendiren bir Alevi Bektaşi gelenek ve bu gelenek içinden çıkmış sayısız eseri göz ardı etmemek gerekir. Alanın oldukça zengin oluşu bizi seçme örneklere bakmaya itse de, sadece birkaç örnek üzerinden bakıldığında bile toplumda adaletsizliğin kader gibi sineye çekilmediği mevcut adaletsizliğe ve haksızlığa karşı hem eleştirel hem de mizahi bir tepkinin geliştiği görülebilir.
Halk edebiyatında anlatıcı, dinleyicisi gibi yazın ırgatlık yapan, kışın ise kahvede, düğünde bağlamasıyla yüzlerce yıllık halk hikâyesini anlatan saz aşığıdır. Şamanlardan kam ozanlara, Batıni tekke dervişlerinden, halk âşıklarına ve 1960 sonrası ortaya çıkan halk ozanlarına kadar bu sanatçı tipi her zaman anlattığı toplumun bir parçasıdır. Bu yüzden onun dilinden dökülenler toplumun neyi nasıl gördüğüne dair çok şey anlatacaktır. Belki de bu yüzden bugün yoksullukla ilgili anlatı onların neyi nasıl gördüğüne ilişkin değil, söz söyleme iktidarına sahip olanların yoksullara dair hükümlerine kalmıştır.
Âşıklar anlatılarında yoksullukla ilgili vurguları sıklıkla kullanırlar (Başgöz: 1986, 53). Bunların bazıları sıkça kullanılan kalıplar haline gelmiştir: “Kör olsun yoksulluğun gözü”, “Allah kimseye yoksulluk vermesin” (ibid.), “ip çeksen bin yama dökülür”, “Yoksulluk oddan gömlektir” (Boratav: 2002) bunlardan bir kaçıdır. Yoksulluk anlatı içinde yüceltilir; kendi erdemleri ile gurur duyan ya da yoksulluğa karşı bir ayakta durma stratejisi olarak yüceltilen bir yoksulluk anlatısı ortaya çıkar. “Elde olan beyde olmaz”, “Kepenek altında er yatar” gibi darb-ı meseller bu tavrın sıkça kullanılan örnekleridir. Bu insanlar maldan mülkten uzaktır ama erdemlidirler, “Para elin kiridir”, “Mal, ilim değil ki harcadıkça artsın” gibi ifadeler zenginliğin yoksullarda bulunan erdemler karşısındaki değersizliğini anlatan ifadelerdir. Benzeri bir örnek ise Salman Bey hikayesi; “Salman Bey oldukça fakir bir âlimdir, fakir âlimi padişah çağırır, ancak âlim gelemez. Padişah Salman Bey’i cellâtları ile yaka paça getirtir. Huzuruna çıkan Salman Bey’e sorar “padişah emrine itaatin yok mudur senin?” Salman Bey’in cevabı ise oldukça anlamlıdır: “Emre itaatim varsa da ayağıma giyecek çarığım yoktu” (Boratav: 2002).
Bunun devamlılığını 2002 yılında kriz sonrası yoksulluk üzerine yaptıkları çalışmada Necmi Erdoğan aktarıyor; “[Y]oksul madunlar kendilerini zenginlere karşı ahlaki değerlerle donanmış, erdemli olarak tasvir ediyorlar ve bu da maddi sefalet ve manevi sıkıntılar karşısında ayakta durmayı sağlayan bir unsura dönüşüyor (Erdoğan, 2007: 49).
Bugün de yoksulların din ve adaletle kurdukları ilişki genelde pasifleştirici bir etki olarak tanımlanır, oysa tersi örnekler bulmak mümkün: Aşık Garip hikayesinde Müdami “Eğer paran yoksa Allah başından aksilik yağdırır” (Başgöz: 2002), diyor ve Aşık Garib’in gurbette yaşadığı tüm sorunları yoksullukla ilişkilendiriyor. Pay söz konusu olunca da Allah’a güvenmiyor: “Kardeşlerim iki türlü paylaşım vardır biri kardeşlerin paylaşımı diğeri ise Allah’ın pay etmesi; bence kardeşlerin arasındaki paya sahip olmak Allah’ın vermesini beklemekten iyidir çünkü Allah kimine çok verir kimine az” (ibid.)

Sonuç olarak bugün sessizlik kültürünün hâkim olduğu yoksul kesimlerin tarihsel ve kültürel birikimi bir adalet ve eşitlik arayışına işaret etmektedir. Mesele ise bu kültürün nasıl sessizliğe büründüğünü ve nasıl eşitlik ve adalet arayışına dönüşeceğini anlamaktır. Köroğlu destanı bu adalet arayışının sessizlik külütürüne nasıl dönüştüğüne cevap verecek metinlerden bir tanesi. Zira devlet kayıtlarındaki Köroğlu bir celalidir. Pertev Hoca’ya göre: “Halk isyanın bedelini kanla ve demirle ödemiştir, bunların hıncını asi kahramanları idealleştirerek alır. Kendi arzu ettiği cenneti sanat eserinin dünyasında yaratır”. Çamlıbel’i halk bir yeryüzü cenneti olarak betimler. Zira dönem Celali İsyanlarının dönemidir, uzun süren savaşlar, ekonomik buhran, devletin şiddetinin artması ve buna isyan eden insanların karşılığını canlarıyla ödemesi dönemin kısa bir özetidir. Halk intikamını bir celali de vücutlaştırır. Onda arzu ettiği adaleti simgeleştirir ve Köroğlu ölçüsüyle ölçmek gibi deyişler ekler sözlüğüne. Oysaki yaşadığı tahsildarın acımasız ölçüsüdür.

Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
(Kuraklık Destanı’, Serdari)

* Yazı Ekmek ve özgürlük dergisinin 17. sayısında yer almıştır.

hatice kapusuz

One comment

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s