Geçtiğimiz yüzyıl dünyada insan hakkı ihlallerinin görünüm değiştirdiği ama yoğunluk yitirmeden devam ettiği bir yüzyıl olarak tarihteki yerini aldı. Bu miras 21. yüzyıla devredildi. Savaş suçları, yoksulluk, çocuk istismarı, ayrımcılık, ırkçılık, insan ticareti ve zorunlu göçler geçen yüzyılın birçok sorunlu alanından sadece birkaç tanesi.
Dünya üzerinde yaşayan insanların maruz kaldıkları ihlaller insan hakları gönüllüleri/aktivistleri için mücadele edilmesi, değiştirilmesi, dönüştürülmesi, iyileştirilmesi gereken birçok başlık ve konu yaratmaya devam ediyor. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de insan hakları gönüllü ve aktivistleri insan onuruna yakışır bir hayat, daha iyi bir toplum, demokratik bir düzen idealiyle çalışıyor ve mücadele ediyorlar.
İnsan Hakları Mücadelesinde Türkiye’nin Katmerli Özgün Yapısı
Muhakkak ki insan hakları mücadelesi her insanın farklılıklarına saygı duyan bir evrensellik iddiası taşıyor. Ancak mücadele her ülkenin kendi özgün koşullarında biçimleniyor. Türkiye’de de siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik yapının insan hakkı ihlalleri ve ayrımcılık için hem devlet hem toplum için sağladığı zemine mercek tutmak gerekiyor. Zira bu kesişim alanı insan hakları mücadelesi ve aktivizmin şekillendiği zemini oluşturuyor. Türkiye farklı dil, kültür ve dine mensup vatandaşlardan oluşan bir ülke. Güçlü ataerkil bir toplumsal yapıya sahip. Geleneksel ve modern, kapitalizm ve feodalizm gibi süreçlerin gerilimlerini ve kurumlarını aynı anda barındırıyor. Bu da pek çok insan hakları sorununun çoklu bileşenli ve iç içe geçmesine neden oluyor[1]. Aynı şekilde insan hakları ihlalleri ve ayrımcılık hem toplumsal ilişkilerde hem de devlet toplum ilişkilerinde birçok biçimde kendini var ediyor. Bu alanı daha katmerli kılan ve Türkiye’ye bakarken not düşülmesi gereken noktalardan birisi de Türkiye’deki demokratikleşme süreci. Türkiye’deki demokrasi süreci ve kurumları askeri müdahalelerle kesintilere uğramış, demokratik hak ve özgürlükler askıya alınmıştır. Bu süreçler insan hakkı ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönemler olmuştur.
Türkiye’de insan hakları mücadelesi ve aktivizmin/gönüllülüğün saç ayaklarını bu süreçler oluşturmakta. Katmerli ve iç içe geçmiş sorunlu alanlar Türkiye’de insan hakları savunucularını farklı mücadele biçimlerine itiyor. İnsan hakları savunucularının faaliyetlerini bu bağlamda üç farklı faaliyet ve mücadele biçimiyle tanımlayabiliriz. Bunlardan ilki elbette devlete dönük yürütülen demokratikleşme talebidir. İkincisi ise değişen biçimiyle toplumsal bilinçlenme, bilinçlendirme, farkındalık yaratma çalışmalarıdır. Üçüncüsü ise mağdurlara dönük yapılan yardımlar veya güçlendirme çalışmalarıdır.
Tarihsel Olarak İnsan Hakları Mücadelesinin Dönüşümü
Gönüllülük ve insan hakları kavramı Türkiye tarihinde değişen bir mücadele biçimine ve metoduna denk geliyor. Tarihsel olarak insan hakları mücadelesinin yükselmesi ve bugünkü anlamda görünürleşmesi bakımından 1980ler önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihin özelliği askeri müdahale ve sosyal devletin daralması sonucu ifade özgürlüğü gibi insan hakları ihlalleri ile sosyal hakların yitirilmesinin doğan sorunların iç içeliğidir.
Bu dönem aynı zamanda 1961 anayasasının sağladığı görece demokratik bir anayasa çerçevesinde örgütlenmenin teşvik edildiği, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altında olduğu bir dönemin de bitişine işaret eder. Dünyada da benzeri örnekler gözlemlenmekle birlikte henüz olgunlaşmamış bir sosyal devletin 1980’lerle birlikte çöküşü, Türkiye gibi gelişmekte olan ve gelişmemiş pek çok ülkede yaşayan insanları çok daha derinden etkiledi. Çünkü demokrasi geleneği bakımında bireysel hak ve özgürlüklerin devlet tarafından sıklıkla askıya alındığı ülkelerde süreç hem ifade özgürlüğü hem de sosyal haklar bakımından oldukça olumsuz sonuçlar doğurdu.
12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbenin getirdiği yasaklar, derneklerin, sendikaların kapatılması insan hakları mücadelesini zorlaştırmakla birlikte birçok aktivist tutuklanması ve yargılanmasıyla sonuçlandı. Darbe ve sonrası süreç insan hakları mücadelesi vermenin oldukça zor olduğu bir dönem olmakla birlikte bizzat darbenin sebep olduğu ihlallere karşı mücadeleyi başlattı. İşkencenin ortadan kalkması, adil yargılanma, basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğüne dönük çalışmalar yapıldı.
12 Eylül darbesini takip eden dönüşümün ekonomik boyutunda ise sosyal refah devletin daraltılmasıyla ortaya çıkan sorunlar yer alır. Yoksulluğun artması, eğitim, sağlık gibi hizmetlere erişememe gibi sorunlar insan hakları mücadelesi bakımından iki tür alan yaratmıştır. Sosyal hakların devlet tarafından sağlanmasına dönük olarak yürütülen mücadeleler bir yanda yer alır. Diğer yanda ise sosyal hakların yokluğundan doğan sorunların mağdurlarının durumlarının iyileştirilmesine dönük yürütülen çalışmalardır. Buradaki gönüllü faaliyetlerin ana hedef kitlesinin yoksullar, engelliler gibi gruplar olduğunu belirtebiliriz. Uluslararası kurumların bu alanda yürüttüğü programlar ve hibe programları bu alana ilham ve yön vermiştir.[2]
Önceki süreçte politik yapılarda ve çeşitli derneklerde süre giden hak mücadeleleri, 1980 sonrasında değişimler göstermiştir. Söz konusu alanlardaki ihlal ve sorunların yükselişe geçmesi ve anayasal özgürlüklerin kısıtlanmış olması insanların iki alanda da örgütlenme, bir araya gelme ihtiyacını yoğunlaştırdı. Bu dönemde bir araya gelen insanların önünde epey uzun yapılacaklar listesi vardı. İhlallerin izlenmesi, görünürleştirilmesi, yasaların iyileştirilmesi ve evrensel değerler çerçevesinde değiştirilmesi için mücadele etmek bunlardan sadece birkaçı elbette.
Bununla birlikte farklı konuların farklı uzmanlaşmayı ve perspektifleri gerekli kılması İnsan hakları savunucularının kadın hakları, LGBTİ hakları, çocuk hakları, kültürel haklar, sosyal haklar gibi pek çok farklı alanda insan hakları mücadelesi vermesini gerekli kıldı. İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Vakfı, Af Örgütü gibi insan hakkı örgütlerinin öncüllerine paralel olarak Kadın Dayanışma Vakfı, Morçatı gibi kadın örgütleri, Kaos GL gibi LGBTİ örgütleri bu ihtiyaca cevaben kurulan ilk örgütlenmelerdendir.
İlk örgütlenmelerdeki gönüllüler ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlı, ön yargıların oldukça güçlü olduğu bir atmosferde öncelikle bilgi üretimi, dayanışma ağlarının kurulması, yeni insanlara ulaşılması gibi oldukça temel işlevleri üstlenmişlerdir.
Bu alanlarda faaliyet yürüten aktivistler gerek yasal anlamda kazanımlar elde etmiş gerekse de toplumsal algıda değişiklikler yaratmayı başarmışlardır. Bugün hala mevcut yasalların ve uygulamaların sebep olduğu ayrımcılık ve ihlaller birçok alanda iyileşmeyi gerektirdiğinden insan hakları gönüllü ve aktivistleri özelleşen alanlarda mücadele etmeye ve örgütlenmeye devam ediyorlar.
İnsan Hakları mücadelesinin bir diğer boyutu da evrensel değerler ve bu bağlamda oluşturulan uluslararası sözleşmeler. Türkiye; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948); Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi (1966); Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (1966); Kadınlara Karsı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşme (1979); Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (1989); İşkenceye ve diğer Zalimane, İnsanlık dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya karsı Sözleşme (1984); Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiye Edilmesine Dair Uluslararası Sözleşme (1965); Mültecilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme ve buna iliksin Protokol (1951 ve 1967)gibi sözleşmelere taraf.
Türkiye’nin imza attığı bu uluslararası sözleşmeler bu alanda koşturan gönüllüler için ayrıca bir dayanak oluşturuyor. Ancak devlet kurumlarının sözleşmelere uymaktaki gönülsüzlüğü ya da seçiciliği alanlarında oldukça gelişmiş haklar tanıyan bu sözleşmeleri kazanım hanesine yazılmasını zorlaştırıyor.[3] Elbette sözleşmelerin hayata geçirilmesi ve uygulanması insan hakları savunucularının mücadele alanlarından biri. Gerek hak ihlalleri gerekse sözleşmelerin uygulanmasına dair birçok gölge rapor insan hakları örgütleri tarafından oluşturuluyor ve paylaşılıyor. Sözleşmelerin ve insan haklarının uygulanması bakımından 1990’ların sonlarında AB uyum süreci muhakkak ki etkili olmuştur. Ancak kısmen iyileşmenin sağlandığı 1990’ların Kürt sorunu ve olağanüstü hal uygulamaları bakımından oldukça tezat olduğunu not düşmek gerekir. Bu konu Türkiye’de insan hakları mücadelesinin en yoğun olarak yürütüldüğü, hakikat arayışının en yoğun olduğu alanlardan birisi olarak varlığını sürdürüyor.
Yukarda bahsettiğimiz çalışma alanlarına ek olarak sözünü etmemiz gereken beklide en önemli alan toplumsal algılara dönük olarak gerçekleştirilen çalışmalar. Ayrımcı pratikler gündelik hayata da sirayet ettiği ve toplumsal algı ve düşünüş biçimlerine de yerleştiği için birçok aktivist ve örgüt bu alana dair faaliyet yürüttü. Öğrencilere ve gençlere dönük çalışmalar, çeşitli meslek gruplarına dönük eğitim çalışmaları, farkındalık kampanyaları, farklı gruplar arası etkileşimi arttırmayı hedefleyen bir araya getirme etkinlikleri bu doğrultuda aktivistlerin gerçekleştirdiği faaliyet türlerinden sadece bir kaçını oluşturuyor.
Türkiye’de işkencenin önlenmesi, kadına karşı şiddete dönük yasal değişimler, LGBTİ bireylerin görünürlüğünün sağlanması, ayrımcılık yasağının kısmen de olsa yasalaşması, toplumsal cinsiyet eşitliğine dönük yasalarda iyileştirme, erişilebilirliğin sağlanması insan hakları gönüllü ve aktivistlerinin mücadeleleriyle gerçekleşmiştir. 1992’de polislerin bir yürüyüşte “Kahrolsun İnsan Hakları!” sloganını attıkları hatırlanacak olursa insan hakları aktivistlerinin ve gönüllülerinin kat ettikleri yol daha açık görülebilir.
Sonuç olarak maalesef Türkiye hala kendi özgün toplumsal yapısıyla ve inişli çıkışlı demokrasi tarihiyle birçok insan hakkı ihlalinin yaşandığı bir ülke. Bu tablonun kendisi gönüllüğün insan haklarının hayata geçmesi ve korunması bakımından gereğini ortaya koyuyor. Bu yapısal durum insanları hakikat arayışının ve insan hakları mücadelesinin içine çekiyor. Kat edilen uzun bir yol ve birçok kazanımla birlikte birçok değerli insan hakları aktivisti bu alanda mücadele etmeye, söz üretmeye ve söylemeye devam ediyor.
Hatice Kapusuz Kütküt
[1] Örneğin etnik ayrımcılık toplumsal cinsiyet ve sosyo – ekonomik koşullara göre katmanlı ve farklı şekillerde tezahür eder.
[2] Söz konusu programlardan en etkili olan UNDP’nin yürüttüğü Sürdürülebilir Kalkınma Hibe Programları’dır.
[3] Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde kültürel haklar konusundaki maddelere şerh koyması Türkiye’nin seçiciliğine örnektir.
* Yazı UNV tarafından yayına hazırlanan “Türkiye’de Gönüllülük” kitabında yer almıştır