GECELERİ DE, SOKAKLARI DA, MEYDANLARI DA İSTİYORUZ!*

ist-08-03-2015-gece-yuruyusu-34-620x411Gündüz Vassaf “Cehenneme Övgü”[1] adlı kitabında gece ve gündüz arasındaki ayrışmadan bahseder ve bunu alaşağı edilmesi gereken bir durum olarak sunar. Gece ve gündüz Vassaf için birbirini tamamlayan bir döngünün parçası değil aksine zıt iki unsurdur. Gündüz; yasallığın ve meşruluğun alanıdır, aynı zamanda tek düze, sıkıcı ve totaliterdir. Gece ise yasadışı, gayri meşru olanın aynı zamanda totaliter olana baş kaldırılan zamanıdır. Vassaf’a göre gündüz makbul ve makul işlerin yapıldığı zamana tekabül ederken, gece eğlencenin, zevk verici olanın, doğru ve ahlaki kabul edilmeyenin yapıldığı zamana denk gelir. Benzeri bir tersine çevirmeyi cennet ve cehennem arasında da yaparak cehennemi özgür ruhun meskeni olarak sunar.

Bu tersine çevirmenin bizim için anlamı, sorgulanamaz, genel geçer olarak varsaydığımız bazı kabulleri yeniden gözden geçirmemize bir kapı açmasıdır. Genel kabullerin yerli yerine oturttuğu birçok düzen bileşeninin ne kadar demokratik veya totaliter, özgürlükçü veya baskıcı, içerici veya dışlayıcı ve hakikatli olduğunu sorgulamaya açılan bir kapı.  Zira gündelik hayatımız bir sürü kabul ve ön kabulle kategorize ettiğimiz pek çok unsur üzerine kurulu: her sabah kalkıp işe gitmek, yaşı gelince evlenip çocuk sahibi olmak, makul ve makbul vatandaşlar olmak gibi… Birçok şeyin, hakikatte ne olduklarından bağımsız bir değer sistemi içinde bir yere konduğu ve buna göre bir muameleye maruz bırakıldığı açık. Bu yazının derdi kent ve mekânın cinsiyeti üzerinden bu kabullere ve onlara yüklenen değerlere bir miktar bakabilmek.

Demokratik Kentsel Alan ve Mekânın Cinsiyeti

İçinde yaşadığımız kentlerin ne kadar demokratik mekânlar olduğu üzerine düşünmeksizin yaşamımızı sürdürüp gidiyoruz. Bence demokratik bir toplumda sorgulanması gereken en temel unsurlardan biri o toplumda doğan bir insanın kendini var etme ve gerçekleştirebilme koşullarının varlığı veya yokluğudur. Kendini var edebilmenin en büyük kanıtı da, bence, herkesin birbirine benzemeye zorlanmadığı koşullarda, herkesin varoluşunu kendince gerçekleştirebiliyor olmasıdır. Erken bir özetle günümüz toplumlarında birbirinin benzeri hayat çizgilerine, zevklerine, sorunlarına ve davranış kalıplarına sahip insanların çokluğu bir totalitarizm sorgusunu gerekli kılar. Elbette kent bu totalitarizmin kendisini somutlandığı alanlardan biridir. Özellikle son yıllarda Türkiye’de hızlı bir şekilde deneyimlediğimiz kentsel dönüşüm ve otoriterleşme arasında yadsınamaz bir ilişki vardır. Yine bu otoriterleşmeye eşlik eden rıza ve karşı koyuş sistemlerinin temel şekillendiricilerinden biri kentsel düzenin kendisidir. Bu perspektifin ışığında demokratik kentsel alan nasıl inşa edilebilir sorusunu aklımızda tutmamız gerekir.

Demokratik kentsel alanı tahayyül ederken öncelikle kenti bu bağlamda tanımlamak için birkaç kuramsal yaklaşıma bakmak fikir verici olacaktır. Destek alacağımız ilk görüş Chicago Okulu’na aittir ve bu ekolün tanımına göre kent birçok farklı tanımı ve unsuruyla birlikte farklılıkların bir arada var olabilmesi özelliği ve heterojen yapısıyla özgün bir mekândır. Yani kenti kent yapan kırsaldaki homojen insan yapısından farklı olarak birbirinden oldukça farklı insan gruplarının bir arada olmasıdır.

Bu farklılıkların bir arada olma haline Sennett ise farklı bir katkı koyar. Sennett, Gözün Vicdanı[2] adlı kitabında “Nötr Kent” kavramını kullanır. Nötr Kent üzerine notlar düşerken de iç ve dış mekânın ayrışmasından bahseder; “kentlerin gitgide tarihselliğinden ve yaşanmışlığından koparak anlamsız ve ruhsuz mekânlara dönüşmesine insanlar neden gönüllü olarak rıza göstermektedirler?” sorusunu sorar.  Sennett’e göre bu rıza gösteriş süreci iç mekân ve dış mekân arasındaki tarihsel kopuşla ilgilidir. Eski Roma’da bu iki mekânın bütünsel oluşunu ve bunun inançlarla birlikte ayrıştığını anlatan Sennett, bu ayrılmanın tetiklediği incinme korkusuna işaret eder. Bu ayrımla insanlar iç mekânı huzur ve sığınma alanı olarak tanımlarken, dış mekânı ise saldırı ve savunma davranışlarıyla özdeşleştirirler. Farkların tehdit oluşturduğuna dair korku dışarıda kentleri inşa ederken de kendini var eder. Böylece kişiliksiz kentler ortaya çıkar, yoksul ve varsıl semtleri ayıran büyük yollar, koğuş tarzı “güvenlikli” siteler, ızgara tipi kentler ortaya çıkar. Nötrleştirmek, aynı zamanda, kontrol amacı ve kolaylığı da sağlar.

Yine demokratik bir kentsel mekândan bahsederken kavramlaştırmasına başvuracağım diğer isim Habermas ve “kamusal alan”[3] kavramı. Habermas’ın açtığı tartışmayla kamusal alanlar kentin tanımı gereği en temel unsurlarından biridir. Habermas kamusal alanı herkese açık olan alan olarak tanımlar. Kısaca, demokratik bir kentsel alanın, farklılıkların nasıl bir arada yaşadıkları, birbirleriyle nasıl ilişkiye girdikleri, birlikte oluşturdukları yaşam kültürü ile kentin dokusu ve ruhunu doğrudan bir ilişkisi vardır. Elbette bu ilişkilerin kurulmasında başat unsur politik alandır. Kentsel mekânın nasıl şekilleneceğini, kamusal alanın varlığını ve sınırlarını, kentsel adaleti politik alan doğrudan belirler. Kamusal harcamaların nasıl yapılacağı ve kentsel hizmetlerin nasıl şekilleneceği bu bağlamda kentsel düzeni de doğrudan etkiler. Örneğin kamusal harcamaları toplumun tamamını kapsayıcı ve güçlendirici bir şekilde düzenlenmesi veya günümüzde yaşadığımız gibi özelleşme ekseninde doğrudan sınıfsal bir eksen üzerine kurulması kentsel alanı etkiler. Kentsel hizmetlerin eşitleyici bir düzeyde olması veya kentin sınıfsal, etnik, dini mekânları arasında ayrımcı bir şekilde dağılması kent içinde yaşayan insanların sınırlarını belirler.

Bu bakımdan günümüz kentlerinin sınırlarına yakından bakmak yerinde olacaktır. Kentin ayrımcı bir kentsel politikayla yönetildiği durumlarda örneğin Türkiye örneğinde Alevi, Çingene, Kürt mahallelerine belediye hizmetlerinin yeterince sağlanmadığını görebiliriz. Temizlik hizmetlerinin yeterince gitmediği, ulaşım olanaklarında (Ankara özelinde Ege Mahallesi) nüfusa oranla kısıtlı aracın devreye sokulduğu uygulamaların söz konusu olduğu kolayca ayırt edilebilir. Kadınlar ve erkekler aynı mekânı farklı deneyimlerler ve bu yüzden kentsel hizmetlerin eşitsiz dağılımı sonucunu doğuran politikalar kadın ve erkeleri farklı farklı etkiler. Temizlik hizmetlerinin ilgili yerel yönetimler tarafından eksik sunulması kadının gündelik hayatındaki iş yükünü arttırabilir[4]. Ulaşım hizmetlerindeki aksama ise erkekler için mevcut iş bölümü kapsamında çalışma hayatını zorlaştırırken, kadınlar için sosyal hayatın bitimi ya da kısıtlanması, çocuklar için ise sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşmada güçlük gibi sonuçlara yol açabilir. Yine ulaşım örneğinden baktığımızda bu hizmetlerin eksikliği, engelliler, bebek sahibi kadınlar için de erişim engeli, yani kentin belirli bölgeleriyle sınırlı kalan bir kentsel deneyim anlamına gelebilir. Bir araştırmaya göre İstanbul’da yaşayan ve denizi hiç görmemiş insanların %76’sını kadınlar oluşturuyor.[5] Benzeri ayrımcı politikaların birikimi ise günümüz koşullarında mutlak bir yoksulluk anlamına gelirken, yoksulluk kadın yoksulluğu ve çocuk yoksulluğu olarak farklı yüzler de ediniyor.

Hizmetlerin eşitsiz dağılımı farklı sosyo – ekonomik ve kültürel tabandan gelen insanların ortak mekânlarda bir araya gelme ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır. Sosyo-ekonomik refahı yüksek insanlara dönük kapalı siteler, muhafazakâr bölgelerde aile yaşam merkezleri, yoksul bölgelerde biriken sefalet ortaklaşılan mekânları ve kesişme alanlarını ortadan kaldırmaktadır. Sonuç olarak farklı toplumsal grupların her biri kendi mekansal sınırları içine hapsedilmektedir. Bu bağlamda günümüz kentlerinde sosyal sınırlar somutlanır, giril(e)meyen mahalleler[6], belli grupların yaşadığı bölgeler, sınıfsal ayrışmalar kent içinde bir düzen ve düzensizlik içinde dağılır. Bu da kendi içinde homojen, kentin geri kalanıyla etkileşime kapalı küçük komünitelerin oluşmasına neden olurken yukarıda bahsettiğimiz farklılıkların bir arada yaşama halini de aslında de facto olarak ortadan kaldırır.

NEOLİBERAL KENTLERİ ALAŞAĞI ETMEK!

Elbette yukarıda bahsettiğimiz kentsel ayrışmaya devamlı olarak can suyu taşıyan neoliberal politikalardır. Vassaf’ın bahsettiği mekânsal ve zamansal ayrımı muhafazakârlıkla harmanlanmış neoliberalizm güçlendirir.  Neoliberalizm zamansal ve mekânsal ayrımın sınırlarını ahlaki öğelerle çizerken, sınıfsal olanı da derinleştirir.  Neoliberal dönem kendine yeten bireyin dönemidir. Kamusal olarak tanımlanan temel ihtiyaçlar özel alana kapatılmıştır. Kendi kendine yeten “çocuk da yapan kariyer de yapan” bunu yaparken kamusal talebi olmayan kadınların ve erkeklerin dönemidir. Bakım hizmetleri ve ihtiyaçları özel alana sıkıştırılırken bunların kamusal talep olarak ortaya çıkması kamusal bir yük olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca kamusal taleplerin dillendirilmesine karşı, ekonominin selameti ve istikrar(!) için kullanılan şiddet ise meşru ve yaygındır.

Ahlaki öğeler mekânla birlikte zamanı da bir değer sistematiğine sokar. Gündüz makbul olan kadının, gece makbul olmayan – seks işçisi, konsomatris – kadının ve erkeğin –işsiz, ayyaş – alanıdır. Aynı zamanda gündüz totaliter yapısıyla yaratıcı ve farklı olanı dışlar. Farklı değil sıradan olmak gönüllü boyun eğmenin, itirazsız işe gidip gelmenin ve mutsuz bir hayat sürmenin en temel koşullarından biridir. Bu sıkıcılığı içselleştirdiğiniz sürece mevcut olanı tehdit etmez, makbul/ ahlaken değerli vatandaşlar olmaya devam edersiniz. Aynı zamanda makul ve makbul olanın geceye sızması sözel ve fiziksel şiddetle cezalandırılır. Bu sızıntı ahlakın bozulması olarak tanımlanır ve her sınır ihlali bu ahlaksızlığın cezasını çekmelidir!

Neoliberal politika evi ve aileyi kutsar. Ev bir mekân olarak kadının, çocuğun, yaşlının; bakım yapanın ve bakıma muhtaç olanın mekânıdır. Bakıma ihtiyaç duyan ve bakım hizmetini üreten kadın, eve tıkıldığı müddetçe devletin bakım sorumluluğu azalır ve hizmet üretme alanı daralır. Engelli evinde kaldığı sürece yolların engellilere uygun hale getirilmesi gerekmez, böylece devletin mali harcamaları azalmış olur. Kamu hizmeti üretmesi gereken devlet açısından, kadının evdeki varoluşu birçok hizmetin özel alanda kalması anlamına gelmektedir ki bu ekonomik verimliliği son derece arttıran bir düzen bileşenidir.

Kadınların “geceleri de, sokakları da, meydanları da istiyoruz” talebi tam da bu ayrımları alaşağı eden ve mevcut düzeni temelden sarsan bir söylemdir. Gücü de bu sarsıcı etkisinden gelir. Bu sebeple bunu dillendiren feminist kadınlarla ilgili siyaset meydanlarından ahlaken küçümseyici sözler edilmektedir. Oysaki sözün kendisi çelişkili ve kendini göremez hale gelmiş bir ahlaki yozlaşmayı ters yüz eder ve herkesi de bu ters yüz etmeye davet eder. Hâkim ahlak anlayışı, mağdur olanı ahlaksız olarak tanımlarken suçluyu yani taciz, istismar, tecavüz ve çeşitli şiddet olaylarının failini masum ve haklı ilan eden bir anlayıştır. Hiçbir ahlaki öğreti istismar, tecavüz ve benzeri durumları şartlı dahi kabul etmiyorken, hâkim anlayış bizatihi buradan güç aldığını ilan ederek suçu meşrulaştırır.

Buradaki sorunlu nokta, suçun her meşrulaştırılışının herkes için daha güvensiz bir mekân ve zaman algısını yeniden üretmesi ve yaygınlaştırmasıdır. Meşrulaştırılan ve cezasız kalan her suç birçok başka suça ve acıya gebedir. İşin en vahim tarafı ise çelişkili ahlak anlayışının mağdurlar tarafından da içselleştirilecek kadar hâkim hale gelmiş olmasıdır.

Alttan alta toplumsal uzlaşma haline gelen bu anlayışın neyse ki dışında kalanlar ve ona karşı mücadele edenler var. Gücü ters yüz etme potansiyelinden gelen söylemi tekrar ederken, herkes için daha yaşanılası bir hayat için kendi ahlaki çelişkilerimizle yüzleşmenin gereğinin altını çiziyoruz:  Geceleri de, sokakları da, meydanları da istiyoruz!

[1] Vasaf, Gündüz (2009) Cehenneme Övgü. İstanbul: İletişim Yayınları.

[2] Sennett, Richard (1999) Gözün Vicdanı: Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[3] Habermas, Jurgen (2010) Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü. İstanbul: İletişim Yayınları.

[4] Örneğin, bültende yer alan ve Bursa Gölyazılı kadınları ele alan çalışmalarda, göl kenarında, köy meydanının devamı olan bir açıklıkta gözleme standı açan bu kadınların şikayet ettiği konuların başında belediyenin temizlik hizmetlerinin yetersizliği/ düzensizliği geldiği belirtilmektedir. Kadınlar, belediyenin kamusal sorumluluğunu yerine getirme konusundaki eksikliğinin kendilerine ek yük anlamına geldiğini açıkça dile getirmişlerdir.

[5] Denizi Görmeyen İstanbullular; http://www.pressturk.com/guncel/haber/84736/istanbulda-yasayanlarin-yarisi-bogazi-gormemis.html

[6] Girilemeyen mahalleler genelde erkek mekânlar ya da seks işçiliğinin yapıldığı güvenlik algısı yaratılan mekânlardır.

*Yazı  Şehir Plancıları Odası – Kadın Özel Eki-4 için hazırlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s