Çoğumuzun çocuklara kitap seçerken; şiddet içermesin, değerlerimize uygun olsun, öğretici olsun, cinsiyetçi olmasın şeklinde devam eden bir kriter listesi vardır sanırım. Kitap zihinlerimizde bilgi kaynağı olarak kodlandığından olsa gerek başka birçok şeyde titizlenmediğimiz kadar titizleniriz bu konuda. Öte yandan bu konudaki dikkatimizi aslında çocuğu doğrudan etkileyecek başka şeylere yönlendirmeyiz genelde. Örneğin birçok şiddet unsuru ve travmatik görüntüler içeren haberler, televizyon yayınları, bazı çizgi filmler veya hane içinde ya da sokak dediğimiz kamusal alanda gerçekleşen ve çocuğu etkileyebilecek cinsiyetçi, eşitsiz konuşmalar ve davranışlar bu dikkatin dışındadır.
Doğrudan çocuğu hedeflemeyen davranış ve içerikler çocuklarca algılan(a)mıyor diye düşünürüz biz yetişkinler. Çok yaygın bir davranış türü olarak çocuk sanki duymuyormuş gibi çocuğun yanında çocukla ilgili konuşmak bunun en iyi örneklerindendir. Oysa birçok çocuk yetişkinlerden çok daha dikkatlidir. Etraflarında olup biteni kendilerince algılar ve tanıklıklarını anlamlandırırlar.
Bu durum en temelde sistemin de beslediği bir çocuk algısına dayanır. Çocuğu şekillendirilmesi gereken bir hamur veya doldurulması gereken boş bir küme olarak gören yaygın algı çocukla ilgili her şeyi; edebiyatı, eğitim sistemini, pedagojiyi biçimlendirir. Bu algı çocuğu potansiyeli olan, yaratıcı bir birey olarak görmez ve çocuğun şu anından ziyade geleceğiyle ilgilenir. Hatta zihinlerde çocuk ve gelecek zaruri bir şekilde yan yana iki kavram olarak belirir. Bu da çocukla ilgili her şeyin “an”dan koparılmasına neden olur. Bunun en korkutucu örneğini oyun çağındaki çocukların haftada 7 gün ve onlarca saat tıkıldıkları derslikler, kurslar, etütlerde görebiliriz. Her şey çocuğun geleceği için yatırımdır. Çocuğun şuanda ki durumunu, ihtiyaçlarını, özlemlerini sormak, izlemek ve takip etmek akıllara gelmez…
Çocuğun bu kadar bugünden koparılması aslında oldukça yeni bir durum. Hatta bu durumun modern devlete ve topluma has olduğunu iddia edebiliriz. Daha geleneksel toplumlara baktığımızdan çocuğun ahalinin ve günün parçası olduğunu görürüz. Bu iki toplumsal ve algısal fark, anlatılanın ve aktarılanın doğasını ve işlevini de doğrudan dönüştürmüştür.
Anlatının İşlevi…
Bugünün kültürel ürünleri kadın, erkek, çocuklar için tamamen ayrışmıştır. Bu kültürel ürünler hedef kitlesini örtük veya görünür bir biçimde biçimlendirmeye çalışır ve ideal forma çağırır. Çocuk kitapları ise bu arzu ve yönlendirme çabasında azımsanmayacak bir öneme sahiptir. İdealler, düşler, doğayla ve diğer canlılarla kurulan ilişki, kadınlık ve erkeklik halleri, eşitlik ve adalet, makbul davranışlar çocuk kitaplarının içerdiği unsurlar haline gelmiştir.
Sistemin cinsiyetçi kalıpları, çocuklardan beklentileri, para ve güç algısı hem yazılı hem görsel ürünler tarafından çeşitli biçimlerde içerilir. Anlatının bu yeni işlevi eski anlatıların da manipüle edilmesini, değiştirilmesini beraberinde getirmiştir. Çok çalışmanın aç gözlülük olarak tanımlanması birçok geleneksel kültürel üründe görünürken, bunun dönüşümünü de bu ürünlerin yeni dönem versiyonlarından izlenebilir. Nasrettin Hoca’nın çok bilinen parayı veren düdüğü çalar fıkrası bu algının nasıl dönüştüğüne ve bunun çocuklara nasıl sunulduğuna iyi bir örnektir. Zira eski metinlerde Nasrettin Hoca genellikle bu tür davranışlarıyla aç gözlü bir hoca, devletlü olarak resmedilir. Oysa güncel anlatımda Hoca bilmiş kişi olarak konuşur ve parayı vermeden bir şey elde edemeyeceğimizi söyler hale gelir. Burada çocuğa yönelik anlatının çocuğu biçimlendirme ve sistem değerlerini çocuğa aktarma işlevi oldukça baskındır.
Öte yandan kültürel ürünler üzerinde devletin ve sistemin hakim olmadığı dönemlerde kültürel ürün toplumu şekillendirme işlevi taşımaz. Burada anlatılan halkın, toplumun kendi hikayesidir. Masal, hikaye, destan, mani, türkü veya ninni gibi anlatılar toplumu, dertlerini, ihtiyaçlarını, çelişkilerini, algı ve değerlerini aktarır. Deneyim aktarmak, tehditlere karşı uyarmak, uzun kış geceleri birlikte sosyalleşmek, eleştirisini, derdini mizahlaştırmak, zulme ve kötü koşullarla başa çıkmak gibi birçok işlev bu geleneksel anlatının işlevleri arasında sayılabilir.
Özetle anlatının ilk özelliği toplumun ihtiyaçlarından doğması ve bu ihtiyaçlara hizmet etmesidir. İkinci özelliği ise halkın değerlerinin ve algılarının aktarıcısı ve taşıyıcısı olmasıdır. Bu iki özellikle modern anlatının sistem değerlerini taşıması, biçimlendirme işlevi ve dışsal halinden oldukça farklıdır.
Bu geleneksel anlatıların dinleyici kitlesi çoluk çocuk tüm ahalidir. Masal hem yetişkinler hem çocuklar içindir. Bir zamanlar kahvelerde anlatılan aşık hikayelerini çocuklar da dinler. Çocuk biçimlendirilmesi gereken bir nesne değil, toplumun bir parçasıdır. Kıssadan hisse herkes içindir. Özne ve birey olarak algılanan çocuklardan bahsedemesek de ayrıştırılmış ve nesneleştirilmiş bir çocuk algısı yoktur.
Düş Gücü…
Öte yandan geleneksel anlatıların diğer bir özelliği aslında köşeli, iyisi, kötüsü başından belli, çok iyi veya kötü karakterlere sahip olmamalarıdır. Masal, hikaye, türkü ne olursa olsun, her anlatan ve dinleyenle birlikte biçim değiştirir. Her anlatan ve dinleyen duyduğunu farklı biçimlerde yorumlar. Dinleyenin hayal gücü ve hayat deneyimi her seferinde kültürel ürünü yeniden yazar.
Örneğin Keloğlan ana karakter olsa da sık sık hata yapan, kah kurnaz, kah bilge, kah şapşaldır. Nasrettin Hoca, hoca olduğu kadar hırsız veya cahil, Köroğlu celali bir kahraman, Bektaşi dinden diyanetten anlamayan bir alimdir. Hata yapar, norm dışı davranırlar. Hikayenin akışı çoğunlukla dinleyenin hayal gücüyle belirlenir, algılanır. Herkesin kahramanı ve sonu değişebilir. Bu yüzden her birinin birçok versiyonu vardır, böylece telifsizdir ve yaşayan bir formdur. Hepimizin farklı olması gibi her anlatı dinleyen kişide farklılaşır. Bu oldukça zenginleştirici bir özelliktir.
Günümüzde çocuklara anlatılan masalların yeni versiyonlarında ve çocuklar için kaleme alınan kitaplarda karşımızda çoklukla katı sınırlar ve çocuğu erdemli, bilgili kılma, çocuğa doğruyu öğretme çabası ağırlık kazanıyor. Öğretici olma kaygısı kültürel ürünlerde katı bir doğruluk iddiasıyla karşımıza çıkıyor. Sonu başından belli, iyi ve kötünün ayrıştığı, saf iyiliğin, kahramanlığın metinleştirildiği hayal gücüne yer bırakmayan kitaplar raflarda en geniş yeri kaplıyor. Oysaki hayat bu sınırlar içine sığamayacak kadar çeşitlilik içeriyor.
Çocuklara anlatılabilecek konular ise git gide hayattan kopuk hale getiriliyor. Çocuk edebiyatı olmaz, çocuk da yetişkin de aynı masalı dinler diyen ve çocuklar için kaleme aldığı metinlerde hayatı, yoksulluğu anlatan Yaşar Kemal benzeri çok yazar karşımıza çıkmıyor maalesef. Eski masallardaki ölüm sahneleri kitaplardan çıkarılarak kurtlar vejetaryenleştirilirken, televizyondaki ölüm kimse tarafından umursanmıyor. Kitaplar sonsuz iyi ve çelişkilerinden arındırılmış kahraman ve prenseslere, değer serilerine bırakılıyor.
“Ben çocuğuma cinsiyetçi bir şey okutmam”
“ Çocuğum okuduğundan dinini öğrensin”
“Özgüveni gelişsin” gibi kaygılar yerine hayattan, düşten ve düş gücünden kopuk olmayan bir edebiyat sunmak elbette mümkün. Çocuğa her şeyin anlatılabilir olduğu düşüncesini taşıyan İsveç Çocuk Edebiyatı, hikayeyi okuyucunun düş gücüne bırakan sessiz kitaplar, içinde kadınların da sesini duyduğumuz masalların eski versiyonları gibi bir çok öykü çocuklar için tercih edilebilir.
Birlikte hayal etmek, kendi anılarını hikayeleştirmek ve eldeki kitapları yeniden yazmak, sonlarını değiştirmek bile mümkün. Yeter ki çocuğu bir proje, boş bir küme veya hamur olarak görmeyelim.
Hatırlatma niyetine…
Çocukla ilgili kaygıları taşırken asıl sorunlu veya eşitsiz olanın yetişkin dünyası olduğunu tekrar hatırlamakta fayda var. Yakın zamanda kaybettiğimiz Ursula K Le Guin:
“Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu, bu yüzden yetişkinler fantaziden korkarlar. Çünkü fantazideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığıyla yüzleştirmesini istemezler.” diyor.
Bu sebeple öğretmek yerine birlikte öğrenmeye ve düşlemeye inanmak, zaman zaman kendimizi düşlerin içine bırakmaya şans vermeliyiz.
Öğretici kaygılar kadar çocukla vakit geçirmek, eğlenmek, düş kurmak gibi kaygılarla yazılan, okunan veya anlatılan her şey hem çocuğa hem de ona eşlik eden yetişkine katkıda bulunur ve güçlendirir.
Düşünüz, düş gücünüz bol olsun…